18 Şub
İnsan…
Yaşı kaç olursa olsun,
Sevdiğini kaybedince
BÜYÜR.
Ve insan
Kalbi durunca değil;
Kalbinden vurulunca
ÖLÜR…
Alıntıdır…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
14 Şub
14 Şubat Dünya Öykü Gününü kutlayamıyoruz!
Sait Faik’in “Bir insanı sevmekle başlar her şey” sözüyle başlamıştı 14 Şubat
Dünya Öykü Günü. Bu yıl kutlayamıyoruz. Bir insanı sevseydik, onun yaşadığı evi
de severdik, evi sevseydik bulunduğu şehri de severdik, şehri sevseydik ülkeyi de
severdik! Biz meğer bir insanı sevmiyormuşuz, evlerimizi, şehirlerimizi, ülkemizi
sevmiyormuşuz!
Öyküyü sevdiğimize ve 14 Şubat’ı Dünya Öykü Günü olarak kutladığımıza kim
inanır?
İnandığımız gün kutlayacağız.
PEN Türkiye
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
13 Şub
Hindistan’ın İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda bir İngiliz subayı hiçbir neden olmaksızın halktan bir Hintliye sertçe bir tokat atar. Hintli adam hemen yüzüne bir yumruk vurur. Subayı yere serer.
Bu karşılığı beklemeyen subay hem korkar ve hem de sinirlenir.
Tek başına bir şey yapamayacağını bildiğinden yardım almak için bölüğe gider. Nasıl olur da sıradan bir Hintli İngiliz Kraliyet Subayını vurmaya cesaret ederdi !
Subay Generalin yanına gidip kendisinden asker talep eder. General onu dinledikten sonra onu bir odaya götürür.
General bir kasadan 50.000 rupiye çıkarıp subaya verir:
- Bu parayı bu gün sana tokat atan Hintliye ver. ve ondan da özür dile!
Bunu duyan İngiliz subay sinirlenir:
- Zavallı bir Hintli, İngiltere Kraliyet Subayını vurup hakaret edecek ve karşılığında ondan özür mü dileyeceğim !
General emrivaki:
-Bu bir emirdir! Soru sormaksızın itaat edeceksin !
Subay çaresizce parayı alıp Hintli adama götürür ve ondan da özür diler. Hintli adam bu kadar çok para karşısında bayağı sevinir. O zamanın parasıyla yarı servet gibi bir şey. Onunla ev araba vs… alır
Bir müddet sonra bu Hintli tanınan tüccarlar arasına girer. Bir gün General tokat yiyen subayı çağırır.
- Zamanında sana tokat atan Hintliyi hatırlıyor musun?
Subay:
-Unutmam mümkün mü efendim !
General:
-Şimdi intikamını alma vaktidir ! Ona topluluğun içinde vur ! İnsanları hepsi görsün !
Subay itiraz ederek:
-Bu Hintli kimsesiz iken onu vurmama izin vermezken şu an şehrin tanınan kişilerinden olmuşken mi vurma mı istiyorsunuz? Onu vurur vurmaz etrafındakiler bana saldırırlar efendim !
General kendinden emin bir şekilde:
- Endişelenecek bir şey yok. Sana dediğimi yap. Git ona vur gel !
İngiliz Subay Hintli adamın mağazasına gider. Hintlinin adamları da orada bulunmaktadır. İngiliz subay bir şey demeksizin öyle bir vurur ki, Hintli adam yere kapaklanıp düşer.
Hintli adam hiçbir karşılık vermediği gibi düştüğü yerden de kalkmaz! İşin garip tarafı Hintli adam subayın yüzüne dahi bakmaya cesaret edemez !
Karşılık görmeyen subay hayretler içerisinde kalır. İntikam almanın verdiği sevinçle oradan ayrılıp generalin yanına gelir.
General:
-Seni hem sevinçli ve hem de hayretler içerisinde görüyorum.
Subay:
- Evet efendim. O Hintli İlk seferinde kimsesiz iken ona vurduğumda sessiz kalmayıp daha sert bir şekilde beni vurdu. Ama bugün mal makam sahibi iken ona vurduğumda bana bir söz dahi edemedi !
General:
-İlk sefer onu vurduğunda İZZETİ NEFSİ vardı. Ve bunu en büyük sermayesi bilirdi. Onu korumak için sana karşılık verdi.
Ama ikinci seferde İZZETİ NEFSİNİ PARAYA SATTI. Menfaati tehlikeye girer diye sana karşılık vermeye korktu. Onun için kendini savunamadı !
Menfaati için haksızlık karşısında susanlara ithaf olunur. siz de birgün susmanın bedelini ödeyeceksiniz.
TC Özer Okay’dan alıntı.
Dostlardan Gelenler kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
12 Şub
İstanbul Teknik Üniversitesi’nde, sene 2003 yılı, henüz 19 yaşındaki bir ikinci sınıf öğrencisi olarak kafası bir karış havada gezen birisiydim.
Bir gün, çok değerli bir mukavemet akademisyenimizin dersindeydim. Değerli hocamız, öğrenciler tarafından korkulan biriydi. Herkes, kendisinin çok gaddar ve de acımasız olduğu için şikayet ederdi. Düşünün ki ara sınavdaki sınıf ortalamaları 100 üzerinden 15-20 gibi seviyelerde çıkıyor. Dediğim gibi, sınıftaki herkes gençlik yıllarının başında; aklı fikri eğlencede olan gençlerdik…
Bir gün, bir arkadaşımız isyan etti: “Sayın hocam, bize o kadar düşük notlar veriyorsunuz ki ortalamamız düşüyor. Hevesimizi yitiriyoruz” diye. Hocamız derin bir nefes aldı ve cevapladı: “Haksızlık mı yapıyorum? Buna mı itirazınız var?”
Arkadaşımız biraz laubali bir şekilde “Gidiş yolumuz doğru olan sorularda, bir virgül kaydırdık diye sıfır puan veriyorsunuz” diyerek serzenişte bulundu. Hocamızın yüzü aniden gerildi ve birden haykırmaya başladı:
“DEMEK VİRGÜL YÜZÜNDEN PUAN KIRIYORUM!”
“Hiç kimse sınıftan çıkmayacak. Hepiniz burada bekleyeceksiniz. Eğer sınıftan çıkan olursa; dersten bırakırım” diye sözünü bitirdi ve bir hışımla sınıftan dışarı çıktı. Hepimiz şaşkın bir şekilde birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Ne olacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu.
Sonra aniden sınıfın kapısı açıldı ve de elinde kocaman bir slayt makinesi ile içeriye girdi. Şaşkın ve korkulu bir şekilde kendisini izliyorduk. Hemen bir kutu slaytı hızlıca makineye yerleştirdi. Halen sinirle soluyordu ve sınıfa tekrar seslendi: “Hiçbiriniz dışarıya çıkmayacak!”
Ekrana gelen ilk görüntüde, kalorifer peteği altında sıkışarak can vermiş bir vatandaşımız vardı. Az önce meraklı ve uğultulu olan grubun sesi bıçak gibi kesilmişti. İğrenerek yüzünü dönenler, ağlamaya başlayanlar, hatta kusan bir arkadaşımız dahi olmuştu.
Bir sonraki slaytta ise; deprem göçüğü sebebiyle patlayan bir kazan dairesinden fışkıran sular sebebiyle vefat eden bir yatakhane dolusu ortaokul öğrencisi vardı. Hocamız, buz kesmiş sınıfa doğru döndü ve de sesini bir ton yumuşattı. Ama halen öfkeliydi.
“Soralım bu zavallı vatandaşlarımıza, virgülün yeri neresiymiş… Gidiş yolu doğru olan herkesi mezun etmemiz gereken bir kurum olmamız lazım aslında. Ne de olsa iyi niyet var değil mi?”… Sonra aniden elindeki tebeşiri tahtayı fırlatıp parçalattı.
“Ben o niyete tüküreyim! E****ğlueşekler! Siz nerede olduğunuzu, ne okuduğunuzu sanıyorsunuz?! Çocuk oyunu mu? O virgül yüzünden insanlar ölüyor. İstersen onlara soralım Tolga (isim uydurulmuştur) efendi. Belki sana puan verirler. Gidiş yoluymuş…Yolunuzun belasını versinler…”
“Eskiden sizin yaşınızdaki insanlar, savaşta tünel kazıyorlardı, siper yapıyorlardı, köprü yapıyorlardı. Mühendishane bu yüzden kurulmuştu. Okuduğunuz okulu hobi olarak görüyorsanız; yarın derhal kaydınızı alın bu okuldan. Gidip eğlenin istediğiniz yerde. Bu meslekte kayan şey, virgül değil hayattır. Senin bir anlık ihmalin, yetersizliğin, bu slaytta görmüş olduğun suçsuz insanların ölümüne neden olacaktır. Sen sadece doktorluk kutsal bilirsin. Her meslek kutsaldır. Yaşayan ve yaşatan herkes kıymetlidir. Siz bu ülkenin aptal gençliği değilsiniz. Siz umutsunuz! Siz geleceksiniz! Biz elimizden geleni yapmaya çalıştık ama olmadı. Belki siz başarırsınız diye yırtınıyorum. Bir umudum var sizden çocuklarım. Boğaz köprüsü yapılırken gece gündüz çalıştım. Babamın cenazesine zamanında gidemedim. Açılacağı gün gittiğimde “Senin protokolde yerin yok, hadi yoluna git” dediklerindeki protokole baktığımda anladım ülkenin gerçeğini. Halkın fedakarlığı ve vergisiyle yapılan bir köprünün protokolünde, zerre emeği olmayan ne kadar kebap düşkünü politikacı varsa hepsi oradaydı. Mühendisler, mimarlar, işçiler yoktu ama kendileri vardı.
Benim tek istediğim, tıpkı cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi, protokolde validen önce gelen, halkın bir öğretmen ve bir doktor kadar sevdiği mühendisleri yetiştirmek. O mühendislerin, kendilerine sevgi ve saygı duyan insanları, tüm bilim ve ahlak ile korumaya çalışmalarıdır. Bu vatanın yetiştirdiği insanlar olarak, bu vatana sahip çıkmanızdır. Sizler çocuk değilsiniz. Derslerinize iyi çalışmanız ve de kendinizi hep geliştirmeniz lazım. Puan için yalvaran değil, muasır medeniyetler için çabalayan insanlar olmanız lazım” dedi.
Sonra Tolga’ya döndü ve “Sen katil misin Tolga?” diye sordu. Tolga’nın gözleri halen yatakhanedeki ölü çocuklara bakıyordu. Hepimiz gibi onun da boğazı düğümlenmişti ve ağlamaklıydı. Titreyerek “Hayır hocam” diyebildi.
Ve sonra sayın hocam hiç unutmayacağım şu sözleri söyledi:
“Beni bir katilin hocası olarak andırmayın. Bana gaddar diyebilirsiniz… Bana acımasız diyebilirsiniz… Ama bana bir katili mezun etmiş hoca demeyin, dedirtmeyin. Bu benim sizden tek isteğim ve vasiyetimdir.”
(Prof. Dr. Sakine Eruz ‘dan)
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
27 Ara
1921’de Londra’dan yola çıkan ve 102 ülkede varlık gösteren PEN Dünya Yazarlar Derneği’nin Türkiye merkezinde başkanlığa yeniden Zeynep Oral seçildi.
Düşünce ve ifade özgürlüğü açısından baskının arttığı bir dönemden geçen Türkiye’de, ‘mücadeleye devam’ mesajı veren Oral, 2022 yılında hak ihlalleri konusunda PEN Türkiye’nin nasıl tavır aldığı konusunda da üyeleri bilgilendirdi. Oral, “Umarım sansürün, yasakların, hak ihlallerinin, baskıların değil ; edebiyatın daha çok konuşulduğu, daha çok yüceltildiği bir yıl olur” dedi.
Zeynep Oral başkanlığındaki yönetimde, Halil İbrahim Özcan ikinci başkan, İpek Özbey genel sekreter, Hakan Yaman uluslararası ilişkiler sekreteri, Şenel Gökçe sayman, Haydar Ergülen ve Tülin Dursun üye olarak görev alacak.
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
14 Eki
“MOR MASALLAR”
11 Ekim “Dünya Kız Çocukları” günü bahane, “Mor Masallar” kitabı Ekim ayı ve bundan sonraki tüm aylar için şahane! Hak, adalet ve toplumsal cinsiyet eşitliği odağındaki masallar Eksi 18 Edebiyat Topluluğu yazarları tarafından kaleme alındı. HKTM firması sponsorluğunda Yakın Kitabevi tarafından yayımlandı. Elif Çelebi, Gülay Pamuk ve Nevzat Süer Sezgin’in projelendirip, derlediği 8-12 yaş çocuklar seslenen Mor Masallar kitabını Beste Örge Sağlam resimledi.
Neden mi bu kitabı seçtik: Çünkü kitabı hazırlayanlara kulak verdik: Diyorlar ki: “Cinsiyetçilik, masallarla küçük yaşta zihinlere kazınıyor; masallar toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgili kalıp yargıları yeniden ve yeniden üretiyor.” Araştırmalar ortaya koydu ki, temsiliyet eşit değil. Ana karakterlerin yüzde 31′i kadınken, yüzde 63’ü erkek. Kadınların yüzde 54,5’i masallarda cinsel obje olarak yer alıyor. Ayrıca kadın karakterlerin yüzde 24,2’si, erkeklerinse yüzde 82,6’sı cesur olarak temsil ediliyor. Kötü karakterlerin yüzde 60’ı kadınken, yüzde 31,1’i erkek… Özetle Ayırımcılığa dur demek için bu kitabı seçtik! Kitap özellikle dezavantajlı bölgelerdeki çocuklara ücretsiz dağıtılırken, satışından elde edilecek gelirin tamamı Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’na aktarılacak. Daha çok çocuğa ulaşmak hedefiyle hazırlanan çalışmaya oyuncular Jülide Kural ve Tilbe Saran da sesleriyle destek verdi. Sizler de el uzatabilirsiniz…
P.EN Türkiye
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Eki
Regula Venske
„We will meet again …“ veya: Geriye kalan
1.
Kasım 2017, Akra’da güneşli bir gün. Sabahın erken
saatlerinden beri uzaklardan, özellikle ülkenin kuzeyindeki
toplumsal yönden dezavantajlı bölgelerinden
öğretmenleriyle birlikte okul çocukları buraya geldi, Pan
Afrikan Writers Association (PAWA) tarafından düzenlenen
küçük bir edebiyat şenliğine katılmak istiyorlar. Sarı
otobüslerden atlıyorlar, sevinçli bir heyecan içindeler,
neşeli neşeli laflıyorlar, okul üniformalarının canlı renklerini
gözle görülür bir gurur içinde taşımaktalar. Programın
başlamasına daha birkaç saat var ve üç Alman misafir her
şeyden önce, »Bunların yaşıtı olan Alman çocuklar
herhalde bu kadar uzun zaman sabırla, disiplinle
bekleyemezlerdi,« diye bir tespit yapmaktan kaçınamıyor.
PEN Ghana ülke çapında yürütülen bir proje kapsamında
yuvarlak hesap 90 »Youth Club«a destek oluyor; bunlar
İngiliz örneğine göre çalışan münazara grupları ve çatıları
altında, topluma etkin katılım ve demokratik bir beraberlik
için vazgeçilmez şeyler olan dil ve iletişim yeterliği veriliyor.
Bu kızlardan, oğlanlardan birçoğu kendi ailelerinin
ilkokuldan sonra okumaya devam eden ilk üyeleri olarak
daha bu erken yaşta bile kendi köylerinde halkla bağlantı
kurulmasına yardımcı olmaya başlamışlar. Ve bu
kulüplerde metinler yazıyorlar: şiirler, hikâyeler, küçük
tiyatro oyunları, ve bunlarla bugün PAWA binasının
bahçesine kurulmuş derme çatma bir sahnede Alman
ziyaretçilere bir hoşluk yapacaklar, onları etkileyecekler.
Sahneye her çıkan kendi adını söylüyor ve arkasından
ekliyor: Filanca ortaokul PEN kulübünün gururlu bir
üyesiyim, diyor, »a proud member …«. Sonra başlıyorlar.
Metinlerin çoğu İngilizce, ama kendi ana dillerinde birkaç
şiir de okuyorlar ve biz Almanlar bunları ossaat, ne
mucizedir ki, anlıyoruz. Oyunlardan birçoğu bir evli çiftin
aralarında kavga etmesiyle başlıyor. Bunlardan biri
çocuğun bundan böyle keçi çobanlığı yapmasını veya
kulübeyi süpürmesini istiyor, ama öbürü baskın çıkıp
çocuğu okula gönderiyor. Çocuk bir sonraki sahnede biraz
2
önceki eski püstü giyimini çıkarıp perine okul üniforması
giymiş olarak, kolunun altında bir deste kitapla sahneye
çıkınca izleyen yüz yirmi, yüz otuz yaşıtı coşku içinde
tepiniyor. Fakat bugün alkışların en büyüğünü nerd tipinde,
belki on üç yaşında bir çocuk topluyor, kalın gözlüklü,
incecik bileğinde koskoca bir saat. Görünüşüne bakılırsa
toplumun dışında kalmak bu çocuğun alnına yazılmış,
denebilir, fakat sahneye çıktığında kendi sınıfından kızların
bağrış çağrış desteğini görünce, o kesimde kendine çoktan
bir köşe edinmiş olduğu anlaşılıyor. Rap ritminde şiirlerini
okuduğunda öbür kızların kalbini de fethetmiş oluyor,
ayrıca benimkini de.
Daha sonra küçük gruplar halinde bahçede toplaşıyor,
limonata içiyor, adresleri değiş tokuş ediyor ve bilgiç bilgiç
yazma işlerinden bahsediyoruz. Ortada kızarmış piliç
butlarının, alın terinin, çiçeklerin ve şiirlerin kokusu var.
Akra’daki bu gün daha sonra, şimdi hâlâ, arada sırada
kültürün, edebiyatın değersizleştiği bu dünyada artık bir şey
ifade etmez oldukları duygusuna kapıldığımda, bana gıda
oluyor. Gerçek, bunun tam tersi. Eğitim görmenin eskiden
olduğu gibi bugün bile gayet tabii bir şey olmadığı bu
çocukların sevinci, onların hayatlarına dilin içinde biçim
vermelerinden ve bizim onları dinlemiş olmamızdan
kaynaklanan coşkuları, bunu yaşamak beni bu ülkede pek
pışpışlanan o dekadan kültür kötümserliğinin her
çeşidinden kurtardı.
2.
İki binli yılların başlarında herhangi bir 23 Nisan,
Hamburg’un pis havasında bir Dünya Kitap Günü. Ciğer
sucuklu ekmeklerin ta eskiden bildiğim kokusu ve tebeşir
tozu. Alter Teichweg ilkokulu, kültüre uzak diye bilinen
Dulsberg semtinde, beni yıllık okuma bayramına çağırdı.
Yaptığım okumadan sonra 3. sınıflardan birinin
öğrencileriyle sohbet için zaman kalıyor. »Kelimeler aklına
nasıl geliyor ki?« diye soruyor bir kız. Ve: »Kaç kitap
yazdın?« Cevap veremiyorum. Düzenlediğim antolojiler
sayılır mı? Cevap yerine ben bir soru soruyorum, çünkü o
sıra başlığı Niçin Yaşanır? [Warum leben?] olan bir kitap
yayınlamışım. Çocuklara, »Hayatı yaşamaya değer kılan
şey nedir?« diye soruyorum. Bir sürü güzel şey sayıyorlar,
2
arkadaşlarla futbol oynamak, babayla dondurma yemek –
ki çocuk babasını anlaşılan nadiren görüyordu –, hatta,
benim hoşuma gitmek isteyen, akıllı bir kız diyor ki: kitap
okumak. Sonra küçük, zayıf bir oğlan söz alıyor: »Dört
yaşımdayken artık yaşamak istemiyordum. Ama sonra
okula başladım, gördüm ki hayat gene de güzel
olabilirmiş.«
Ağzımız açık kalıyor, üç öğretmen, öbür çocuklar ve ben.
Söylenecek sözü ilk bulan, çocuğun arkadaşlarından biri
oluyor. »Evet, şimdi burada beraberiz, bu da iyi tabii.«
Öğretmen bir ağızdan benim için bir veda şarkısı
söylemelerini istiyor.
Daha sonra öğretmenle sınıfta geçirdiğimiz bu ders saati
üzerine konuşuyoruz. Dört yaşında artık yaşamak istemez
olmuş çocuğun ailesi İranlı, kötü şartlar altında yaşıyorlar,
öğretmen bundan haberdar. Çocuktaki zaruretin
boyutundan ise hiç haberi yokmuş. Bence, üçüncü sınıftan
bir çocuğun okulda kendine dair böyle bir sırrı paylaşacak
kadar güven duyuyor olması kadının öğretmen olarak
yaptığı çalışmanın etkileyici bir örneği. Çocuk öğretmenine
güveniyor, ama sınıftaki dayanışmaya da güveniyor.
Öğretmen bu itirafı tetikleyen şeyin benim okumam
olduğuna dikkatimi çekiyor, böylece düşünme alanları
açıldığını ve çocuğun o zamana kadar sadece acısını
çektiği bir şeyi bilinçli olarak düşündüğünü ekliyor. Duygu
ve bilgi: Edebiyat her ikisini de aktarıyor – ve dönüştürüyor.
3.
Korona yılı 2020’de gümüşi mavi bir eylül günü. Berlin
Uluslararası Edebiyat Festivali Federal Devletbaşkanı
Frank-Walter Steinmeier ile Mario Vargas Llosa’yı bir
söyleşiye davet ediyor. Yazar bir önceki akşam etkinliğin
açılış konuşmasını yapmış. Davetli misafirler Berliner
Philharmonie binasının oda müziği salonunda aralarında
bolca mesafe bırakarak oturmakta. Havada güzel
kokulardan esintiler dolaşmıyor, olsa olsa geriye kalmış
birkaç müzik nağmesi. Rengini giyimlerimize uygun olarak
seçtiğimiz maskelerin arkasında hepimiz kendi
parfümümüzle yetinmek durumundayız. Gene de
mekândaki mesafeler bir yana, neredeyse, arasında ant
2
içmiş bir topluluk duygusu meydana geliyor, hele insanların
çoğu da birbirini tanıyor olunca. Uzaktan birbirimize el
sallıyoruz, erkekler birbirlerine yumruklarını uzatıyor, yoga
yapan kadınlar avuç içlerini bitiştirerek zarif selamlar
gönderiyor. »Namaste.« A, hayır, burada tanış olanlar o
kadar çok da değil, salonda nispeten az insan var. Ama
onların birçoğu birbirini tanıyor. Pandemi herkes için geçen
altı ayın başat konusu olmuş, devlet başkanı bile kapanma
zamanını okumak için kullanmış. Kitap yığınının en
üstünde Camus’nün Veba’sı varmış. O muydu, sonra
edebiyatın bir gıda maddesi olduğunu söyleyen, yoksa bir
akşam önce kültürden sorumlu devlet bakanı mıydı?
Mario Vargas Llosa, ne okuduğu sorulduğunda, çoktan
pandemi sonrasına atlamış oluyor. »Tekrar
kucaklaşacağız,« diye sesleniyor. »Öpüşeceğiz,
sokaklarda dans edeceğiz.« Bu aynı zamanda klişelerle
oynanan bir oyun, bir tarafta ateşli İspanyol, öbür tarafta
kuru Alman: bir süreliğine İspanyolların da aralarında
mesafe bırakmaya alışması gerektiğini söyleyen Federal
Başkan.
Bir gün önce Vargas Llosa, kültür devlet bakanı kürsüden
ayrılıp yanına oturduğunda o güzel selamlama konuşması
için teşekkür etmek için kadının elini kapmıştı. Yazar
bakanın eline dostça, hafif hafif dokundu, kadın da buna
dostça izin verdi, ama ben sanki arkasından bu yabancı
elin kadının içinde hastalık bulaşabilir diye biraz ürküntü
uyandırdığını görebiliyordum, insanlar arası jestlerin
yokluğunun çekildiği bu dönemde en azından alışılmadık
bir şeydi. Belki sadece benim projeksiyonumdur, onların iki
sıra yukarısında oturduğum koltuktan bakınca: Bu iki kişinin
en yakın, ama ta uzakta oturan komşusu iki elin birbirine
dokunuşuna kıskanarak bakıyordu.
4.
Korona yılı 2020’de bir pazar günü. Hangi ay, hangi gün?
Hava nasıldı? Hafızam bunlardan hiçbirini kaydetmemiş.
Mevsimler siliniyor, ekranın önünde günler birbirinin içine
geçiyor. Dünyayla içli dışlı bir bağlılık varken mesafe kuralı
hükmetmekte. Yeni bir laptop alınması, bunun için para
sağlanması gerekiyor, çünkü eski alet Zoom toplantılarına
2
yetişemez olmuş. Mikrofon çatırdıyor, sırf bu iş için alınmış
bir kulaklık gözlüğün çerçevesine bastırıyor, komik bir
görüntü. Ama derken, yeni aletle ve takviye görmüş
özgüvenle bir gala yapıyorum ve ilk defa dünya çapında bir
edebiyat okumasına katılma cesaretini gösteriyorum.
Uluslararası PEN’in Kadın Yazarlar Komitesi beni
düzenlediği ilk dijital Şiir Festivali’ne davet etmiş. Hani
Almanca bir deyimle, bütün beylerin memleketlerinden otuz
kadar kadın, erkek yazar katılıyor, fakat bugünkü etkinlik
kadın perspektifine ayrılmış. Mahpus Yazarlar Komitesi
başkanı Salil Tripathi, Bombay’de doğmuş, daha önce
Singapur ve Hong Kong’da muhabirlik yapmış, tam o
sıralar Londra’dan New York’a taşınmış bir yazar, güçlü bir
şiir okuyor. Konusu, kadınların – sadece Hindistan’da değil
– sürekli uyarı ve tavsiye olarak neler işittikleri. Annemin
hiç bitmeyen o, »O kadar yüksek sesle konuşma« lafına
eşlik eden iç çekişini hatırlıyorum. Neyse ki, sıra bana
gelince sesimi yükseltmem gerekmiyor, yeni laptopun
mikrofonu gayet güzel çalışıyor. »Behold my brother …«;
şiiri daha baştan İngilizce olarak yazmışım. Bazen yabancı
dilde kendimi daha serbest hissediyorum, çünkü ana
dilimin tabuları orada işlemiyor.
Ekran karşısında eksik olan, kokular. Eksik olan, bir
meslektaşın uzattığı sıcak el. Fakat bunların hatıraları var
ya, ve tekrar yaşayacağımıza dair ümit. Evet, tekrar
buluşacağız, oturup düşüneceğiz ve bütün duyularımızla
iletişim kuracağız. Tekrar kucaklaşıp sokaklarda
dansedeceğimiz güne kadar tesellimiz edebiyat olacak.
Regula Venske, 1955 doğumlu, serbest yazar olarak kendine yurt seçtiği
Hamburg şehrinde yaşıyor; orada 1988’de kadınların edebiyatında erkek
imgesi üzerine bir doktora çalışması yaptı. Romanları, anlatıları, kısa
hikâyeleri ve denemeleriyle birçok ödül aldı. 2017’den beri, daha önce dört
yıl genel sekreterliğini yaptığı Almanya PEN kulübünün başkanı.
Çeviren: Tevfik Turan
Kaynak: Kann das wirklich weg? – 57 Interventionen für die Kultur
Marion Ackermann vd. (yay.). Berlin: Ch. Links Verlag 2021.
Fatih Karagöz
Dostlardan Gelenler kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
24 Eyl
O henüz yirmi üç yaşındaydı.
Dine dayalı erkek egemen rejimi sırf saçları görünüyor diye Mahsa Amini’yi
hunharca öldürdü. Mahsa artık yok!
Kadını tapulu malı gibi gören zorbacı, dayatmacı rejimlere dur demenin zamanı şimdi değilse, ne zaman?
Kadının namusunun, ırzının korumasını bir bez parçasında sanan, kadının beynini bile parsellemeye kalkan köhne zihniyete
dur demeliyiz. Başka Mahsa Aminiler ölmesin diye saçlarımızı özgürce dalgalandırmalıyız.
Mahsa artık yok! Saçları bayrak oldu, rüzgarda özgürce dalgalanıyor.
T.D 24 Eylül 2022
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
24 Eyl
Dine dayalı erkek egemen Molla rejimi sırf saçları görünüyor diye Mahsa Amini’yi hunharca öldürdü. “Örtünme kurallarına tam riayet etmedi” diye Tahran’da “Ahlak polisleri” tarafından dövüldükten, işkence gördükten sonra hastanede can veren Mahsa artık yok! O henüz yirmi iki yaşındaydı.
“Kestim Kara Saçlarımı” demişti sevgili şairimiz Gülten Akın. Şimdi İran’ın her yerinde kadınlar “aydınlığım, deliyim, rüzgarlıyım” demek için saçlarını kesiyorlar. Saçlarını silah olarak, bayrak olarak, ses olarak, söz olarak kullanıyorlar! İranlı kadınlar artık yeter diyor. Ve bu kez yanlarında erkekler de var! Kadına zorbalığın baskının şiddetin sadece kadınlara değil, kadın erkek tüm insanlığa yönelik olduğunun bilinciyle yönetimi baskıyı protesto ediyorlar. Mesele, artık başörtüsü ya da saç teli olmaktan çıktı, özgürlük, eşitlik , insanca yaşama mücadelesine dönüştü.
Ayırımcılığı körükleyen, bireyi köleleştiren her sisteme karşı laiklikte ısrar etmek zorundayız. Laiklik olmadan hak hukuk, adalet ve demokrasi olmaz, olamaz!
Köleciliğin her türlüsüne hayır! Mahsa Amini’ler ölmesin!
Iran’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde, şiddet gören, tehdit edilen, öldürülen tüm kız kardeşlerimizle dayanışma içinde “Yaşasın Laiklik” diyoruz. Laiklik yaşatır diyoruz. Çünkü yaşam laiktir!
PEN TÜRKİYE
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
17 May
“Siz aşktan n’anlarsınız bayım?”
Siz yalnızca zart zurttan anlarsınız.
Siz yalnızca yasaktan anlarsınız.
Gençlik festivali mi?
-Zinhar yasak!
Bira içeceklermiş, haram!
İnek Bayramı mı?
-Caiz değildir!
Aynur Doğan konseri mi?
-O sakıncalı!
Hande Yener mi geliyor?
-İstemezük,
geleneklerimize aykırı!
Müze Gazhane’deki tablo?
-Ahlaksızlık, kaldırıla!
Metin-Kemal Kahraman çalacak mı?
-Çaldırır mıyız, tehlikeli onlar!
Sevgili Didem Madak, o şahane şiirinin başlığını kullandığımız için
bağışla, fakat derdimizi öyle iyi anlatıyor ki! Sen gittikten sonra aşksız,
anlayışsız ‘bay’lar iyice arttı, onlara bazı ‘bağyan’lar da eklendi! Ülke
yeniden ‘Yasakçı Türkiye’ günlerine döndü, üstelik eskisinden besbeter!
Onlar adına üzgünüz, aşksız oldukları için böyle yasakçı oldular!
Ülkemiz adına daha çok üzgünüz, çünkü onu aşkla seviyoruz ama
kavuşamıyoruz! Kavuşmamız yasak!
İnsanları sevmeden bir ülke nasıl sevilir,
işte bunu hiç anlamıyoruz!
Ve bu ‘bay’lara,
‘Siz ülkeyi sevmekten n’anlarsınız bayım?’ diyoruz.
PEN Türkiye
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 May
Kanayan Gülünün Solduğu Akşam yaralandın. Bizler tanık olduk nasıl yaralandığına.
YARALISIN! Sen yaralandın , bizler öldük.
“Bir Kuşu Tanımak’la başladı her şey. Adalet, hak, hukuktu yalnızca aradığın.
“Yorgunlar” kervanına katıldığında aldığın ödüllerle CAN’lanıyordun.
Üç Fidan’ı ektiğinde toprağa, gözyaşlarımızla dağlandı yüreklerimiz.
YARALISIN ülkem; YARALISIN!
Erdal Öz ve Üç Fidan’ın anısına saygıyla…
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
29 Nis
Vicdansızlara değil, vicdanlılara sesleniyoruz.
Despotlara değil, demokratlara sesleniyoruz.
Hukuk tanımayanlara değil, hukuk saygısı olanlara sesleniyoruz.
Kul köle olanlara değil, yurttaşlara sesleniyoruz.
Anayasa’yı çiğneyenlere değil, insan haklarına dayalı laik demokratik sosyal hukuk devleti tanımını ciddiye alanlara sesleniyoruz:
Gezi, çevreci ve insan haklarına saygılı demokrasi isteyen yurttaşların barışçıl ve anayasal tepkileriydi, tepkilerimizdi. Gezi biziz. Gezi umuttur. Gezi dayanışmadır. Gezi düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Gezi yaşam tarzını seçebilmektir. Gezi farklılıkların bir arada var olabilmesidir. Gezi zenginliğimizdir. Gezi yaşıyor, yaşayacak. Çünkü demokrasi ve hukuk talebimiz sapasağlam duruyor.
Gezi Davasında ceza alan tüm dostlarımızın yanındayız. Gezi davasında verilen cezalar bağımsız yargı ve kuvvetler ayrılığının olmamasındandır; hukuka düşürülmüş yeni bir kara lekedir.
Biz PEN TÜRKİYE YAZARLAR DERNEĞİ olarak ülkemizin bunca ciddi sorunları varken, bunları görmezden gelip, hak hukuk ve adaleti yok sayıp, milyonların katıldığı on yıl önceki bir direniş hareketinden intikam almaya yönelik bu cezalar karşısında şunu diyoruz:
Anayasamızı, bağımsız yargıyı yok sayanlar hesap versin. Yolsuzluklar yapıp üstünü örtenler hesap versin. Ormanları yok eden, kentleri yaşanmaz hale getiren, denizleri dolduran, gölleri akarsularımızı kurutanlar hesap versin. Gerilimden, ayrışmadan, kavgadan, intikamdan beslenenler hesap versin. Bugün terör estirenler bilsin ki, ”YARIN” ve “UMUT” ; “ADALET” ve “DEMOKRASİ” bu güzel ülkemizde pek yakındadır.
PEN TÜRKİYE YAZARLAR DERNEĞİ
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 Mar
2022 DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ PEN Şiir Ödülü’nü kazanan Türkan İLDENİZ‘den:
ŞİİR SEN BENİM HER ŞEYİMSİN
İsteme benden canımı Tanrım
Ne cennet ne cehennem
ömrümü şiire adadım
Kimseye vermem.
vardır bir şiir. sarnıç suyu gibi durgun
vardır bir şiir: batık kent gölü gibi mahzun
vardır bir şiir: çığ gibi iner çavlan yaratır
vardır bir şiir: dalgaları hem kendisiyle, hem kıyıyla çarpışır
vardır bir şiir: zamanla yarışır.
Şiirler ses resmidir, sesle çizilir. Hayatın özünde karılmıştır mayası. Renkleri asla solmaz.
Yansıtır çağının gölgesini, güneşini. Yansıtır devranın ölçeğini. Ülkenin gerçeğini. Şairi itilip
kakılsa, hapse atılsa, derisi soyulsa, asılsa, kuşunlansa, yakılsa da; şiiri yaşar sonsuza kadar ve dipdiri çıkar sayfalardan, bin yılları aşarak.
Hallac’ı Mansur, Pir Sultan, Nesimî, Nefî, Nâzım Hikmet, Lorca, Rodnoti.
O şiirler zamana kement atar, kemende basar parmak.
Evet hayatın özünde karılmıştır mayası, renkleri ondan solmaz. Bin afetten bir mısra damıtır sırasında, sırasında bir beyit doğar bin kıyametten sonra.
Ve şairler, ve onlar; önce İNSAN dediler, sonra İNSAN. Yanına ekmek, çiçek, gerçek çizdiler. Aysın aydınlansın ortalık, saklanmasın karanlığa kirli işler. Bilinsin çakma denizde kutsanan, yalan dolan,
yağma, talan bilinsin diye kelle koltukta gezdiler. Ama hiçbir zaman kalemlerinden eksik etmediler
UMUDU. Onlar. Buz Altında Yanardağ.
O yüzden, biz yorulmak bilmeyiz. Bilmeyiz yorulmak biz. Yine İNSAN’a, yeni İNSAN’a gideriz. Gün olur bir şiir açar, gökyüzü büyür tat gelir acıya. Duraklamışsa, dinleniyorsa bekleyin biraz lütfen, bir volkandır az sonra patlayacak. Silahları hile pusu ve tuzak diye, işte biraz ondan; tam yılgınlığın belirdiği yerde bir şiirle yeniden tutunuruz kendimize.
Ey nice cendereden süzülen direnç! Hangi acı denenmedi ki bizde. Kitap yakılan yıldan insan yakılan yıla vardık. Katliam katladık, çağ atladık. Gel de içlenme. Nereye çıkar bu çarşı ki…hem kalabalık hem karanlık. Oysa; insanı ve nice dahaları, nice dehaları sevdik. Sevdik aşkla, kutsadık tapmadan da öte. Ama sevmedik sevmedik asla savaşları silahları.
Selam gençlik, cömert doğa, kâinat tarihin kanlı sayfalarına inat
defolsun yeryüzünden öfke ve kin, işte zeytin dalı, işte güvercin
haydi barış çocukları hep birlikte YENİ’ye
YAŞASIN HAYAT.
Türkân İLDENİZ
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
10 Şub
DUYGU ASENA PEN ÖDÜLÜ UÇAN SÜPÜRGEYE
PEN Türkiye Yazarlar Derneği tarafından her yıl verilen Duygu Asena PEN Ödülü bu yıl Uçan Süpürge’ye verildi. PEN Türkiye Yazarlar Derneği tarafından yapılan açıklamada ödülü “duruşuyla, gerçekleştirdikleriyle, birçok kadına yol açan, örnek oluşturan bir sivil toplum kuruluşuna veriyoruz: Uçan Süpürge’ye” denildi. Açıklamada ayrıca, “Siz siz olun, asla uçan süpürgelerinizden inmeyin ve ‘Cadılığınızı’ her daim sürdürün” ifadeleri yer aldı.
Türkiye’de kadın hareketinin öncülerinden gazeteci-yazar Duygu Asena anısına 2007’den beri verilen PEN Duygu Asena Ödülü bu yıl Uçan Süpürge’ye verildi. 2021 yılında ise aynı ödül akademisyen Prof. Dr. Ayşe Buğra’ya verilmişti.
PEN Türkiye’den yapılan açıklamada, Halime Güner tarafından kurulan Uçan Süpürge’nin, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’yle öne çıktığına değinilirken, “Direniş için bir platform, özgürleşme için bir araç olan feminist sanat ve festival, içindeki filmlerle mücadelelerine taşındı. Ülkemizde kadınlar için, kadınlar tarafından kurulmuş ilk film festivali olan bu olay, tam 25 yıldır yani çeyrek asırdır kesintisiz sürmekte” denildi.
Uçan Süpürge’nin faaliyetleri ile kadın örgütleri arasındaki dayanışmayı güçlendirdiğine değinilen açıklamada şu ifadeler yer aldı:
“Sinemadaki kadın emeğini görünür kılma konusundaki çabaları ile kadın tarihinde iletişim ve dayanışma kanalları kurmak, kadın bakış açısını içeren filmleri aktarmak, kadın yönetmenlere pozitif ayrımcılık uygulamak üzere yola çıktılar. Erkek egemen bir alanda azimle ve cesaretle yola devam ettiler. En zor koşullarla mücadele ettiler, olanaksızı olur kıldılar. Ve uluslararası sinema dünyasında çok önemli bir yer edindiler.”
“Uçan Süpürge, bir festival olmanın ötesine geçti”
Açıklamada ayrıca “uçan süpürgelerine binip tepemizde dolaşan bu ‘Büyücü kadınlar’ bir film festivalinden çok daha fazlasını gerçekleştirdi ve gerçekleştirmeyi de sürdürüyor. Çok geçmeden Uçan Süpürge, bir festival olayı olmanın ötesine geçti” ifadeleri yer alırken, Uçan Süpürge’nin kadın örgütleri arasındaki iletişimi güçlendirmek adına hayata geçirdiği “Uçan Haber” dergisine, radyo ve televizyon programlarına, “Yerel Kadın Muhabirler Ağı” ve Uçan Süpürge tarafından hazırlanan ve sivil toplumun kullanımına sunulan “Türkiye Kadın Örgütleri Rehberi” gibi çalışmalara da değinildi.
Açıklamada Uçan Süpürge tarafından yürütülen “Çocuk Yaşta Erken ve Zorla Evlilikler” ve “Kader Değil Karar-Stajyer Avukatlar İçin Yeniden Karar Yazım Atölyesi” projelerine ilişkin şunlar kaydedildi:
“Çocuk gelinler, çocuk yaşta ve zorla evlilikler konusunu hem devletin gündemine, hem de kadın örgütlerinin çalışma alanına taşıdılar. ‘Çocuk Gelinlere Hayır’ ulusal platformunu bir şemsiye altında topladı. Adalete erişim konusunda yürüttükleri projelerden biri olan ‘Kader Değil Karar-Stajyer Avukatlar İçin Yeniden Karar Yazım Atölyesi’ ile geleceğin hak savunucularını, kanun yapıcılarını ve karar vericilerini toplumsal cinsiyet eşitliği bilgisi ile donatmaya devam ediyor.”
“Sanatın iyileştiriciliğine her zaman inanan Uçan Süpürge”
Açıklamada, Uçan Süpürge’nin festival sebebiyle çıktığı yolda sanatın iyileştiriciliğine her zaman inanarak projeler ürettiğine dikkat çekerek, “Elele” projesiyle de Fırat Nehri’nin kenarındaki 5 ilde kültür ve sanatı kullanarak gençler arasında diyalog kurmayı hedeflediği belirtiliyor.
Açıklamanın devamında ise şu ifadeler yer aldı:
“Uçan Süpürge, kendini insan ve kadın haklarına adamış, mücadeleci kişiliğinden hiç ödün vermeyen çalışkan, enerjik lideri Halime Güner ve ekibiyle, Türkiye’nin 81 ilini dolaşarak ülkedeki kadın durumlarını araştırdı, belgeledi. Sorunları ve başarıları yerinde görmek için bütün Türkiye’yi dolaştı. Kadın örgütleri arasında zayıf olan iletişimi ‘Bölge Toplantılarını’ başlatarak güçlendirdiler. Bu toplantılar; ‘Köprüler Kuruyoruz’, ‘İlk Adım’, ‘Patikalardan Yollara’, ‘Kavşak’, ‘Aynı Çatı Altında’ gibi projelerle yıllarca devam etti.”
“Günümüzde bir yanda ekonomik sıkıntılar ve korona salgınıyla öte yanda iktidar sahiplerinin otoriter ve baskıcı yöntemleriyle, sadece kadınlar değil, tüm Sivil Toplum Kuruluşları da tehdit altında. Kadınların daha çok eve kapatıldığı, dış dünyayla ilişkilerinin kesildiği, yalnızlaştırıldığı, her zamankinden daha çok sömürüldüğü bir ortamda yaşamaktayız. Yaratılan korku ortamında yoğun bir şekilde iletişimsizlik ve sivil toplum kuruluşlarından uzaklaşma yaşanmakta.”
“Biz PEN Yazarlar Derneği olarak bütün bunlara karşı duran, mücadelesini azimle, cesaretle sürdüren Halime Güner Başkanlığındaki Uçan Süpürge Vakfı’na, PEN Duygu Asena Ödülü’nü vermekten mutluluk duyuyoruz! Siz siz olun, asla uçan süpürgelerinizden inmeyin ve “Cadılığınızı” her daim sürdürün diyoruz.”
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
24 Oca
Dilimizden Kurtulamazsınız!
Kalemimizi kıramazsınız!
“Sözün bittiği yerdeyiz!” Bu cümleyi hep umutların tükendiği, karanlığın iyice koyulaştığı anlarda söylemek adettendir. Bu kez öyle değil! Bu kez “sözün bittiği, şarkının başladığı yerdeyiz!” Sezen Aksu yine dilimiz oldu ve şarkımızı başlattı. Öfkemiz sevincimize, gözyaşlarımız kahkahalarımıza, kederimiz itirazımıza dönüşüyor.
Tasavvufu da, onu yaşatan ‘Anadolu İrfanı’nı da çoktan unutmuş bir zihniyetin ‘asarım, keserim, koparırım!’ tehditlerine karşılık, PEN Türkiye olarak elbette sanatçılarımızın, yazarlarımızın, gazetecilerimizin yanında olduğumuzu bir kez daha tüm gücümüzle haykırıyoruz: “Dilimizden kurtulamazsınız! Kalemimizi kıramazsınız!”
Burası Anadolu’dur, binlerce yıldır binlerce ozan, bilge yetiştirmiş, onlara kulak ve gönül vermiş, uygarlıklar yurdudur. Tarihten nice hükümdarlar, padişahlar, sultanlar gelmiş geçmiş, ozanların sözü, sesi sürmüş, bugüne gelmiştir.
Yunus Emre’lerin, Pir Sultan’ların, Hacı Bektaş Veli’lerin, gönül erenlerinin geleneği, yoludur bu. Bazen Tanrıyla söyleşerek, bazen ağıt yazarak, bazen eğlenip hicvederek, Tanrıyla da diğer kutsallarla da insanla da doğayla da barış içinde, sevgiyle yaşayıp gelen, süren bir yoldur.
PEN Türkiye olarak biz işte bu yolun yolcusuyuz. Sezen Aksu’nun yanındayız. Bir atasözünden yaptığı alıntıyla konuşan gazeteci Sedef Kabaş’ın gece yarısı gözaltına alınıp tutuklanmasını kabul edilemez buluyor, kınıyor, derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz.
PEN TÜRKİYE YAZARLAR DERNEĞİ
pen.org.tr
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
20 Ağu
17 Ağustos denince akla hemen felaketler gelmesin. 17 Ağustos aynı zamanda Hüseyin Rahmi’nin kabul edilen doğum günü. Bu doğum günü tarihinin tam olarak tespit edilmesi de bizleri bekleyen başka bir araştırma konusu. Bir fildişi kule inşa ederek orada kendini Halki adasından da izole edecek bir uzaklıkta ve tabiatın ortasında tamamiyle edebiyat çalışmalarına vakfeden edebiyat karakterinin engin yazı hayatının incelemeye değer birçok yönü var. Bu hayatın rengini yine kendinden alan müstesna kişiliğin, halk arasında yaşayan sevgi ve hayranlığı artarak devam ediyor. Adına açılmış facebook sayfalarında ve internet üzerinden neşriyatta olan birçok edebiyat dostu, ilgi çekici makaleleri gündeme getirerek edebi hatırasını canlı tutuyorlar. Yayınevleri de giderek daha büyük itina ile Hüseyin Rahminin eserlerine eğiliyorlar. Üniversitelerin ilgili bölümlerinde birbirinden ilginç başlıklarla edebi araştırmalar yapılıyor.
Adalar Sanat İnisiyatifi de Hüseyin Rahmi Gürpınar ın 157. Doğum günü vesilesi ile, kapatılan müze evinin çalışır bir araştırma merkezine dönüşmesi taleplerinin gündeme geleceği bir anma toplantısı tertip etmenin, kuruluş amaçları içinde anlamlı olduğunu düşünerek, uzun soluklu bir çalışmalar dizisi başlattı.
Partner olarak P.E.N. Uluslararası Türkiye Merkezi yazarlar kulübü ile kol kola giren Adalar Sanat İnisiyatifi, ilk iş olarak Adalar Kaymakamı ve İBB kültür Varlıkları müdürü Oktay Özele yaptıkları ziyarette Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mezarının restorasyonu, evinin de çevre düzeni için söz aldılar.
Hali hazırda evin sorumluluk sahibi olarak görünen Vakıflar 2. Bölgeden evin restorasyonu hakkında şu ana kadar yapılmış bir açıklama bulunmuyor.
17 Ağustos Salı günü Hüseyin Rahmi Gürpınar için planlanan doğum günü etkinlikleri çerçevesinde Abbas Paşa Mezarlığı ve evi bir grup edebiyat dostu entelektüel tarafından ziyaret edilerek anıldı. Sonrasında Zehra Restoranda toplanan edebiyat dostları, gelecek günler için planlar yaptılar. Bunlar içinde öncelikli olarak , Hüseyin Rahmi’nin edebi değerleri, evinin hafıza noktası olarak muhafaza edilmesi, bir kültürel çalışma alanına dönüştürülmesi ile ilgili etkinlik modelleri için fikirler geliştirildi. Neşeli edebi hatıralarla sarmallanan sofra Hüseyin Rahmi edebiyatına da uygundu. Anma toplantısı çerçevesinde konuşan Adalar Sanat İnisiyatifi kurucu üyelerinden Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Hüseyin Rahmi’nin bugüne kadar kültürel mirasına sahip çıkılmamasına dair ayıbın tüm kişi ve kurumlara ait olduğunu belirtti. YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi Eski Dekanı Ruhi Ayangil ise 1976 dan itibaren Sovyetlerde Turgenyev ve Puşkin için yapılanları gördükten sonra hemen Heybeliye intikal ederek Hüseyin Rahmi’nin yaşadığı evin peşine düştüğünü anlattı. Mezarı Başında konuşan şair yazar Gülseli İnal edebiyatçılara sahip çıkmanın çok değerli olduğunu söyleyerek, bu tutumun toplumu çağdaş uygarlıklardan da ileri taşıyacağını belirtti.
Anma toplantısında hazır bulunan P.E.N ikinci başkanı Halil İbrahim Özcan yaptığı konuşmada P.E.N. in köklü geçmişine vurgu yaparak Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi değerleri de uluslararası edebiyat dostlarının ilgisine sunmak için kararlı olduklarını söyledi. P.E.N. Genel Sekreteri Tülin Dursun hanım da Adalar Sanat İnisiyatifi ile kol kola adaları aynı zamanda bir edebiyat adası yapmak için çaba göstereceklerini belirtti.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
18 Haz
Birlikte yaşamaktan vazgeçmeyeceğiz!
PEN Yazarlar Derneği olarak, çok uzun yıllardır farklı düşüncelerden, farklı dinlerden, farklı mezheplerden, farklı dillerden, farklı etnik kökenlerden, farklı birikimlerden bir araya gelip, daha güzel, daha adil, daha eşit, daha yaratıcı bir dünya için çabalıyoruz. Farklılıklarımızı zenginliğe dönüştürmeye inanıyoruz. Bu amaçla, birlikte çalışmaya, birlikte üretmeye, omuz omuza durmaya, birbirimizin hakkını savunmaya, dayanışmaya ve birlikte yaşamaya inancımız sonsuz. Bugüne dek bu inançla çalıştık. Bundan sonra da bu ilkeleri korumaya ve kardeşliğimizden asla vazgeçmemeye kararlıyız.
Yasal bir parti olan, temsiliyet gücü olan, Meclis’te söz sahibi olan HDP’nin İzmir il binasına dün yapılan saldırıyı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesini kınıyoruz. Deniz Poyraz’ı öldüren Onur Gencer ‘in daha geniş katliam planlarını anlatması yeterli değildir. Bu olayda sorumlular, azmettirenler, ilişkiler ağı ortaya çıkarılmalıdır. Saldırı sadece HDP’ye değil, bu ülkenin tüm vatandaşlarına yapılmıştır. Benzer senaryoları daha önce de yaşadık.
“Çekin artık şu taşları, tuğlaları da, hangi duvarlar yıkılacaksa bir an önce yıkılsın,” diyoruz.
PEN Yazarlar Derneği
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
03 Haz
Hayatımızı aydınlatan dostumuz
Atilla Dorsay’ın muhteşem kitapları
Türk sinemasına adanmış bir ömür. Hemen her kuşaktan yönetmenler,
oyuncular, filmler. Yazılar, eleştiriler, değerlendirmeler, jüri üyelikleri.
Unutulmaz filmlerden hayatımızı değiştirenlere, dünyaya açılan sinemamızdan
yeni kuşak yönetmenlere, sinemamızın çöküş ve Rönesans yıllarından değişim
rüzgarlarına, Türkan Şoray’dan Yılmaz Güney’e, 100 yönetmenden 100 filme,
Yeşilçam’a, Emek sinemasına Atilla Dorsay’ın kitapları. Emek yoksa hiçbirimiz
yokuz, Türk sineması varsa biraz da Atilla Dorsay’la var.
Sinemamızın emekçisi, eleştirmeni, destekçisi, her şeyi. Bir estet. Şarkılardan
kentlere, yemeklerden İstanbul’a, Beyoğlu’na bir yaşam mimarı. Şimdi de
sinemadan müziğe, sahneden yazıya, muhteşem kadın dostlarını yazdı. Daha
önce de o güzel atlara binip giden dostları yazmıştı.
İncelikle, değerbilirlikle, vefayla işgörmenin mutluluğunu duyuran bir isim Atilla
Dorsay. 50’yi aşkın kitabını aynı kitabı olarak seçiyor, çok yaşasın, çok yazsın diyoruz…
Türkiye P.E.N
Anlık Duygular, Duyuru/Etkinlik kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
08 May
PEN:
Sevgili Başkanımız Zeynep Oral’ın can yoldaşı Ahmet Oral’a saygı ile…
Uzuuuuuun bir mutluluğu
paylaştığı can yoldaşı
AHMET ORAL’ı
sonsuzluğa uğurlayan
sevgili başkanımız
Zeynep Oral ve ailesine
sabır, dayanma gücü diliyoruz.
AHMET ORAL
tabiat ananın koynunda
huzur içinde uyusun,
devridaim olsun.
PEN Türkiye
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
23 Nis
Yoksa kınayacağımızı mı sandınız? Koskoca ilçe milli eğitim müdürü, eğitimci yani, ne yaptığını bilen kişi. Yürekli mi yürekli, hakkı olan düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmış, öğrencilere bu anlamda da örnek olmuş ve elbette bu mevkiye de çalışıp didinerek gelmiş, yani koltuğunu fazlasıyla hak etmiş! Niye kınayalım!
Üzüldük. Mersin Çamlıyayla İlçe Milli Eğitim Müdürü Mustafa Bakkal görevinden alınmış. Suçu neymiş ki? Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk adlı yapıtında Osmanlı Padişahı Vahdettin’e yönelik ‘soysuzlaşmış, alçak’ gibi ifadeler kullanmış, dönemin Osmanlı Hükümeti için de ‘aciz, haysiyetsiz, korkak demiş. Müdürümüz de duyarlı bir kişi olduğunu göstermiş, Atatürk’ün elinde sigaralı resmiyle çocuklara ‘kötü örnek’ olduğunu da söyleyerek, tabii bu da pek düşünceli bir davranış, kitabın okullara dağıtımını yasaklamış!
Şimdi aklımıza Helal, Adanalı Celal!’ filan gibi alkış yerine de geçecek sözler geliyor ama, sayın müdürü yüksel ki yerin bu yer değildir!” diyerek teselli etmek istiyoruz. Daha gençsin, böyle devam et, ohooooo, seni kim bilir ne yüce vazifeler bekliyor göreceksin! Hatta bu olay senin istikbalinin garantisi oldu bile diyebiliriz!
Bize inanmıyorsan, Maarif Nazırı’ na, başka hazır ve nazırlara, iletişim işleriyle uğraşanlara, sen bizden daha iyi bilirsin, bizi yorma, kime istiyorsan sor!
Bak sakın üzülme, yok bugün 23 Nisan’mış, gelecek ay 19 Mayıs’mış, sonra 29 Ekim’miş, Cumhuriyetmiş, 2 yıl sonra 100. Yılıymış, Atatürk kurmuş, bunlar eskidendi, geçti! Hadi sayın müdürüm Mustafa Bakkal, daha büyük vazifeler için hazırlan, sen daha iyi yerlere layıksın!
PEN Türkiye daha başka ne desin?
PEN TÜRKİYE
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Mar
PEN Şiir Ödülü’nü kazanan Erdal Alova’nın
21 Mart Dünya Şiir Günü Bildirisi
“İnsan ozanca/şairane barınır bu dünyada,” der büyük Alman şair Hölderlin. Bir tek satır yazmayan, şiir sanatından haberi olmayan insan teki “ozanca yaşar.” Teknolojinin, sömürünün, gözü doymazlığın bütün saldırılarına karşı doğadan, her zaman “ağır basan” yaşam güdüsünden, insanoğlunun barışçıl yöneliminden kopmama çabasıdır bu. Ve bu direngenlik binbir giziyle, duygusal, duyusal dolaşımıyla, bir yeraltı ırmağı gibi sessizce, kendini ele vermeden akıp gider insan soyunun olağanüstü serüveninde.
Şair dediğimiz insan teki bütün bu olağanüstü deneyimi dile getiren sanatçıdır. Tıpkı hem suda hem karada yaşayan bir kurbağa gibi, hem toplumda hem toplum dışında yaşayan amfibik bir varlıktır. Sürekli olarak insanoğlunun arkaik döneminin tarihsel büyütecinden, o Altın Çağ’dan yaşadığı dönemi izleyen şair “en uyanık gayretle gördüğü düş”lerinde insanın kendinin efendisi olduğu, yabancılaşmanın ortadan kalktığı, insan varlığının kendini doğanın etkin/edilgen bir parçası olarak gördüğü o Kadim Çağ’ı hatırlatır okura. Bunu yaparken olanca malzemesini Evrensel Dölyatağı’ndan sağlar.
İşte, Şiir Sanatı ve onun etkin öznesi olan şair, Sappho’dan, Homeros’tan, Yunus’tan bu yana, durup dinlenmeden bu kutsal çalışmasını sürdürürken, insanı yeniden insanla buluşmaya çağırır.
Bu yüzden, “şiir öldü”, “şiir geriledi” gibi anlamsız çıkışlar ancak duyarsızlıkla, bilgisizlikle açıklanabilecek yargılardır.
Şairler susmadıkça şiir ne ölür ne de geriler. Ancak, zaman zaman gölgelenir, araya giren parazitler yüzünden; sesi zor duyulur ya da tam anlaşılmaz. Günümüzde bu parazitlerin en güçlüsü görsel saldırganlıktır. TV’siyle, bill-board’larıyla, reklam endüstrisiyle, toplumu yanılsamaya sürükleyen programlarıyla, söz konusu saldırı kapitalizmin yürüttüğü bir abrakadabra harekâtı, iflah olmaz bir tamahkârlık gösterisidir. Ve bu korkunç yanılsamanın gölgesi altında kalan, Şiir’in o kadim sesi, o şairane/ozanca yaşama biçimi tehdit edilmekte, giderek, tümüyle ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır.
Ama ne zarar! Dünya şairleri susmadıkça, gerçekçilikten kopmadıkça, bu haksız yanılsama, bu amansız saldırı ortadan kalkacak, Şiir’in gümrah sesi insanoğlunun her türlü yabancılaşmadan kurtulduğu, kendine yeniden kavuştuğu o yeni Altın Çağ’a dek sürecek, ondan sonra da yeni arayışlarla varoluşunu sürdürecektir.
*
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
27 Şub
PEN Yazarlar Derneği her yıl iki ödül verir. Bunlardan ilki kadın hareketinin öncülerinden ve en duyarlı kalemlerinden, genç yaşta yitirdiğimiz Sevgili Duygu Asena adına düzenlenen PEN Ödülü, diğeri ise o yılın şiir bildirisini hazırlayacak olan, edebiyatımızı varlığıyla, eserleriyle zenginleştirmiş bir şaire verilen PEN Şiir Ödülü’dür.
2021 PEN Duygu Asena Ödülü’nü, varlığıyla, çalışmalarıyla, kitaplarıyla, duruşuyla, eğitimci ve bilim insanı kimliğiyle örnek oluşturan Prof. Dr. Ayşe Buğra’ya sevgi ve saygıyla sunuyoruz. Ayşe Buğra Dünya Bilimler Akademisi’nin 2015 Sosyal Bilimler Ödülü’nü kazanmış dünya çapında bir bilginimizdir.
Üniversite kavramının içinin her geçen gün daha da boşaltıldığı, ülkemiz eğitim sisteminde çağdaş ve evrensel değerlerden uzaklaşıldığı, her alanda olduğu gibi akademik bağımsızlığın da baskı ve tehdit altında olduğu, Cumhuriyet ilkelerinden ödün verildiği, karşı devrim adımlarının uygulanmaya çalışıldığı bir dönemden geçmekteyiz.
Bu dönemde, dünya bilim camiasında en saygın yeri olan, eserleri dünyanın birçok üniversitesinde kaynak olarak kullanılan Ayşe Buğra yaşadığı tüm güçlüklere, engellere karşın kendini öğrencilerine adamayı, eğitim vermeyi sürdürmüştür. Adliye koridorlarında uzun sürmüş eziyet sürecinin tanıklığını ve adalet arayışını sürdürürken, haksızlıklara baş eğmemenin de örneğini vermiştir. Yine bu dönemde siyasi otoritenin hakaret, iftira ve tehditlerine uğramış, hedef gösterilmiş, aşağılanmaya çalışılmıştır. Kişilik haklarına saldırılmış, hem bir Cumhuriyet Aydını hem de kadın olarak kendisine bedel ödetilmek istenmiştir. Ayşe Buğra bu saldırılar, bu hoyratlık karşısında her zamanki sağduyulu, alçak gönüllü duruşunu bozmamış, tepkisini “memleketim için üzüldüm” diye göstererek insanlık, vicdan ve terbiye dersi vermiştir.
Biz PEN Yazarlar Derneği olarak Ayşe Buğra’nın üzüntüsüne katılıyor, ancak kadın olmanın, bilim insanı olmanın onurunu, tüm kadınlar için, kadın özgürlüğü için taşıyan ve bunun ülkeyi de, düşünceyi de özgürleştireceğini bilen onun gibi bir Cumhuriyet Kadınımız olduğu için sonsuz bir sevinç duyuyoruz. 2021 PEN Duygu Asena Ödülü’nü kabul ettiği için kendisine teşekkür ediyoruz.
PEN Yazarlar Derneği
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
18 Oca
19 Ocak 2007’ydi. İstanbul’un orta yerinde , Agos Gazetesi’nin önündeydi…
O gün, orada, yeryüzünün en güzel, en değerli , en yapıcı insanlarından biri, meslektaşımız, arkadaşımız Hrant Dink katledildi. Daha özgür, daha bağımsız, daha adil, daha mutlu, daha umutlu bir Türkiye ve daha barışçıl bir dünya için çalışan; şiddetten, ırkçılıktan, bağnazlıktan, sömürüden, baskıdan, ayırımcılıktan arınmış bir Türkiye, bir dünya yaratmak için didinen, çalışkan gazeteci – yazar Hrant Dink göz göre göre, neredeyse ilan edile edile katledildi.
Aradan geçen bunca zamanda her 19 Ocak günü, dil, dink, ırk farkı, cinsiyet farkı, etnik köken farkı, düşünce farkı gözetmeyen insanlarla birlikte PEN Yazarlar Derneği olarak değerli arkadaşımızın anısına Agos Gazetesi’ni ziyaret edip “Hrant Dink aydınlığınla” birbirimize kenetlendik.
Bu yıl pandemi koşulları nedeniyle bu kucaklaşmayı gerçekleştiremiyoruz. Ancak aklımız , kalbimiz ve ruhumuzun sizlerle olduğunu bilmenizi istiyoruz. Ve bir kez daha “Gerçek failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya alışmak istemiyoruz!” diyerek, gerçek faillerin bir an önce bulunmasını ve adaletin yerine getirilmesini istiyoruz.
Sevgi ve Saygılarımızla
PEN Yazarlar Derneği.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
08 Oca
İbretlik Atama Geri Çekilmeli.
PEN Yazarlar Derneği olarak Üniversitelerin, özgür düşünceyi, eleştirel düşünceyi geliştiren, araştırmaya öncelik veren, ilim ve bilim yuvası olmaları gerektiğine inanıyoruz. Bu ilkenin karşısına dikilen en büyük tehlike ve tehdit, liyakatin değil, iktidarın siyasi-ekonomik emellerinin her alana hükmetme çabasıdır.
Boğaziçi Üniversitesi’ne (BÜ) siyasal erk tarafından, dışarıdan bir rektör atanmasıyla başlayan, öğretim üyeleri ve öğrencilerin hak arayışları ve protestolarıyla devam eden süreçte yaşanan baskı, şiddet ve gözaltılar; gençlerin karşılaştıkları kötü muamele ve işkence; hak ve hukuk çiğnenerek, onları “teröre” ilişkilendirme çabaları; sadece üniversite kapısına değil, akademik özgürlüğe de takılan kelepçeyi kınıyoruz. Çağdaş, evrensel, laik eğitimden yana; ilime, bilime saygılı olanlar “elitist, terörist” suçlamalarından korkmazlar. Direnme ve protesto hakları olduğunu bilirler. Bu süreçte BÜ Rektör Danışmanı Prof. Zafer Yenal ve BÜ Yayınevi Yayın Kurulu Başkanı usta yazar Murat Gülsoy’un bu görevlerden istifa ederek, ülkemizde nicedir unutulmuş olan “onur” , “erdem”, “sorumluluk “ gibi kavramlara dikkat çektiler. Teşekkür ediyoruz.
Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan ve çeşitli sanat dallarında faaliyet gösteren sanatçılar ve yazarlar, “partili bir rektörün Boğaziçi Üniversitesi’nin temsil ettiği ve gelenekselleşmiş değerlere zarar vereceği inancındayız” diyerek bir açıklama yayınladılar. Temel değerleri anımsattılar:
Üniversitelerin siyaset aracı olarak kullanılmaması.
Akademik yöneticiler atamayla değil, seçimle belirlenmesi.
Akademik programların öğretim elemanlarınca; üniversite kurullarınca kararlaştırılması bilimsel özgürlüğün ve yaratıcılığın şartlarındandır.
BÜ mezunu yazar ve sanatçıların bildirisine katılıyoruz. Tüm üniversitelerimizin geleceği için bir an önce bu haksız, yersiz, ibretlik atamanın geri çekilmesini istiyoruz.
PEN Yazarlar Derneği
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Ara
Ayfer Tunç’un şahane romanları
Edebiyat ne işe yarar diye soruyorlar ya, yalnızca tek bir yanıt bile yeterli: İnsanın dilini daha çok sevmesine! Sağol Ayfer Tunç. Bin yaşa bin yaz, gözümüzü sevindir, aklımızı sevindir, hatta en lezzetli sofralar, yavan kalsınlar senin bize yaşattığın dil şöleninin yanında!
‘İnsan sevdiğinden umar!’ sözünün romandaki tam karşılığısın. Seni seviyoruz, senden umuyoruz, senin de bizi sevdiğine inanıyoruz. Çalışkansın, titizsin, zekisin, gözlemcisin ve en güzeli de yazmayı çok seviyorsun.
Bu sevgiyle yazdığın her şeyi nice yıllar okumak dileğiyle, yıllardır başka kitaplarda yaşayan Osman’ı adıyla sanıyla kahraman yaptığın Osman romanını ayın kitabı olarak seçiyor ve sevinçle okuyun diyoruz. Osman’ı ve Ayfer Tunç’un tüm kitaplarını!
PEN Türkiye
Anlık Duygular, Duyuru/Etkinlik kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Ara
ELİNE, BELİNE; DİLİNE SAHİP OL!
Daha iyi bir dünya yolunda, kadim öğretimiz olan “Eline, beline, diline sahip ol!” felsefesinin özümsenmesi, içselleştirilmesi ve yaygınlaştırılması, en büyük özlemimiz. Mevcut haksızlıklara, eşitsizliklere, ötekileştirmeye ve cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkma yolunda da en güçlü desteğimiz. Ve bunu en çok benimsemesi gerekenler de, aynı zamanda yaygınlaştırma görevi de olan yazarlarımız, sanatçılarımız. Fakat daha güzel bir dünyayı düşlerken, yol arkadaşlarına şiddet uygulayan, taciz eden ve istismarda bulunan yazar, sanatçı ve kültür adamlarının varlığı da yalnız düşlerimizi karartmakla kalmıyor, vicdanlarda, bedenlerde, ruhlarda da onulmaz yaralar açıyor.
Eşitlikçi, özgürlükçü, barış içinde özgürce bir arada yaşanacak toplumlar kurmaya çalışanların, bunu öncelikle kendi ruhlarında, dillerinde, bedenlerinde, eylemlerinde sindirmiş olması gerekir. Ne yazı, ne şiir ne de sanatın hiçbir türü, bir kadına, bir gence, bir çocuğa uygulanan şiddetin, yapılan tacizin hafifletici nedeni olamaz. Taciz ahlaki bir suç olduğu kadar bir şiddet biçimidir de. Tacize uğrayanın yaşamındaki olumsuz etkilerini, yol açacağı travmaları saymıyoruz bile.
Öte yandan tacizi olağanlaştırmaya çalışan, popüler kültürün erkek diliyle tacize uğrayanı suçlayan yazar ve edebiyatçıların da bu suça ortak olduğu unutulmasın!
İki yürekli kadın yazarımızın seslerini yükseltmesiyle başlayan bu özgürleştirici eylemde tüm kadınların, kadın edebiyatçılarımızın yanında olduğumuzu da tüm açıklığıyla ve kararlılıkla bildiriyoruz.
Tacizde bulunan yazarları kınıyor, büyüğü küçüğü, ünlüsü ünsüzü her kimlerse, yalnız tacizde bulundukları yazarlarımızdan değil, tüm kadınlardan, kadın edebiyatçılardan, gençlerden, çocuklardan özür dilemeye çağırıyoruz.
Tüm erkeklere ve erkek yazarlara da “eline, beline, diline sahip ol!” ilkemizi yeniden yeniden yeniden hatırlatıyoruz.
PEN Türkiye
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
12 Kas
Hapisteki her yazarla,
eksiliyor bir harf daha!
A-Askıda!
B-Bilinmeyen bi yerde!
C-Cezaevinde…
Ç-Çilehanede!
D-Damda!
E-Emniyette…
F-F Tipinde!
G-Gözaltında!
H-Hücrede!
I-Islahevinde!
İ-İçerde!
J-Jandarmada…
K-Kodeste!
L- Laboratuvarda!
M-Mapusta!
N- Nezarette!
0-Orda bir yer var…
Ö-Ölü olarak…
P-Poliste!
R- Ranzada!
S-Sorguda!
Ş- Şiddet görmüş!
T-Tabutlukta!
U- Uzuuuun dönem!
Ü- Üniversite sayılır!
V- Voltada!
Y- Yazar ne yazar ne yazamaz!
Z- Zındanda
15 Kasım Hapisteki Yazarlar Günü
olmaz olsun!
PEN Türkiye
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
08 Kas
Ağlayarak değil anlayarak!
Türkiye PEN, Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ü 82. ölüm yıldönümünde, yönetim kurulu üyemiz Haydar Ergülen’in, 10 Kasım 2007 doğumlu kızı, 8. Sınıf öğrencisi Nar Ergülen’in yazdığı bildiriyle anıyor.
“Bugün 10 Kasım, Atatürk’ü anıyoruz. Peki onu anarken yeterince anlıyor muyuz? O’nun geride bıraktığı düşüncelerin önemini ne zaman kavrayacağız? 82 yıl önce hayata veda etmiş olan dünya liderinin çağdaş fikirlerini benimseyebildik mi?
Bunlara verebileceğimiz yanıt ne yazık ki olumlu olmayacak. Her 10 Kasım’da onu andık ama, galiba anlamayı unuttuk ve bu unutkanlığın sonuçlarını bugün yaşıyoruz. Atatürk her kuşağın yenilikçi fikirler benimsemesini, demokratik ve laik Cumhuriyet düşüncesinin geleceğe aktarılmasını hedeflemişti.Ne yazık ki 97 yıl önce kurulan Cumhuriyetin ilkeleri tümüyle uygulanamadı ve toplumsal eşitlik sağlanamadı. Bugün çağdaş bir topluma ulaşamadık.
Atatürk’ü anlamak demek, onun ilke ve devrimlerini bıraktığı yerden devam ettirmek ve daha ileri götürmek demektir. O’nun düşüncelerinin değerini, devrimlerinden uzaklaşmaya başlayınca anladık.
”Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”demişti. Bugün bilimin ve aklın yol göstericiliğinden çok uzaktayız…Ama Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençler olarak çok çalışacak, bilimin ışığında, aklın yolunda, aydınlık bir Türkiye’ye ulaşacağız.
Kadınlara, erkeklerle eşit haklar sağlamıştı, özgürlüklerine çok önem vermişti.
Bugün eşitlikten ve kadınların özgürlüğünden yoksun bir ülkede yaşıyoruz…Ama haklarının ve özgürlüklerinin bilincinde gençler olarak, Ata’mızın bize armağan ettiği özgürlükleri yeniden kazanıp, ülkemize de kazandıracağız.
Eğitim-öğretimde laiklik ve fırsat eşitliği sağlamıştı, bugün ne yazık ki bunun geçerliliği kalmadı…Ama şimdi eğitimin bir ülkenin gelişmesindeki en önemli unsur olduğunu unutmadan çalışacağız.
Türkiye; Atatürk’ün önderliğinde bilimde, kültürde, sanatta, sporda, eğitimde başlattıklarını sürdürebilseydi, bugün kendi bölgesinde ve dünyada en gelişmiş ülkelerden biri olurdu. Cumhuriyet ve laikliğin bile tartışılır duruma geldiği bu zamanda, onu ağlayarak değil anlayarak analım.”
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 Eki
Yaşar Kemal’in daha 17 yaşındayken yazdığı, ilk hapis cezasını almasına ve okuldan atılmasına neden olan şiiri
“Yalnızlık”
Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.
Su olsan kimse içmez,
Yol olsan kimse geçmez,
Elin adamı ne anlar senden?
Çıkarsın bir dağ başına,
Bir ağaç bulursun Tellersin
pullarsın Gelin eylersin.
Bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün,
bir de bulutları görürsün.
Köpürmüş gelen bulutları.
Başka ne gelir elden?
Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde
şu dünyanın ıssızlığı.
Tanrı kimsenin başına vermesin
böyle bir yalnızlığı!
Yaşar Kemal
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
25 Eki
Cumhuriyet kalbimizdir!
Orda bir 29 Ekim 1923 var,
97 yıl uzakta!
Burada bir 29 Ekim 2020 var,
kalbimizden de yakında!
29 Ekim’le kopmaz, kırılmaz,
ayrılmaz, küsmez, darılmaz,
gücenmez, incelmez bir bağ var
aramızda!
Biz Cumhuriyet’le bağlıyız
birbirimize ve varlığımızın
değeri ölçülmez hiçbir şeyle!
Altın, elmas, mücevher,
mal mülk, han hamam saray
ne ki onun yanında!
Diyeceksiniz ki ‘pek naif olmuş
bu bildiriniz!’ Ee olur, çünkü
Cumhuriyet’le kalp kalbe karşı
oluyoruz her durumda!
Ankara, Türkiye’nin kalbi.
Cumhuriyet, hepimizin kalbi.
29 Ekim 1923. O muhteşem
günden beri, Cumhuriyet’le
başlayan her sözün güzel
olmasından belli onun değeri.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
arkadaşlarıyla, askeriyle, halkıyla
kurduğu cumhuriyete düşmanlık
taslayanlara, laikliği tartışanlara
akıl fikir, zihin açıklığı dileriz.
Demokratik, laik, sosyal hukuk
devleti Türkiye Cumhuriyeti’ne
aşkla bağlı olanlara aşk olsun deriz.
“Başka bir aşk istemez,
aşkınla çarpar kalbimiz”.
Cumhuriyet kalbimizdir.
P.E.N Yönetim Kurulu
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
19 Eyl
21 Eylül “Dünya Barışı” Günü
Dünya Barışı ülküsünü savunan yurttaşların çoğu 1 Eylül alışkanlığını sürdürüyor; oysa 1981′deki BM kararı bağlamında 21 Eylül Barış Günü. (Bkz: https://internationaldayofpeace.org) Resmî adı Uluslararası Barış Günü, ama ‘Dünya Barışı’ kavramı uluslararası barış ile sınırlı değil. Toplumlar ve bireyler arası barış evde, sokakta, kentte, doğada, her alanda şiddetsiz çözüm yollarını aramanın da değerli ve gerekli olduğunu vurgulayan bir kavram.
Dünya barışı için edebiyatın yapıcı işlevi var. Edebiyat belki savaşı durduramaz, ama savaşı durduracak güçte kamuoyu yaratabilir. Yazar, çevirmen ve yayıncılar aracılığıyla farklı kültürlerden insanlar birbirini daha iyi tanıyabilir, anlayabilir.
Anayasamızdaki tanım hukuken geçerli, fiilen ayaklar altında: “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayalı laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Barış isteyen herkes bu tanımı ciddiye alır ya da almalıdır. Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış,” anlayışı 500 yıl öncesinin saldırganlığı ile geçersiz kılınamaz.
Barış insan hakları arasında sayılmalıdır.
PEN Yazarlar Derneği
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
07 Eyl
AMERİKAN HASTANESİ ve AMİRAL BRİSTOL SAĞLIK MESLEK LİSESİ HAKKINDA KISA BİLGİ
1.Dünya savaşı her ülkede olduğu gibi bizde de dengeleri değiştirmişti. Özellikle Bolşevik Ayaklanması nedeniyle Rusya’yı terk eden Beyaz Ruslar, Rum ve Ermeni mülteciler İstanbul’a göç etmeye başlamışlardı.
Bu sırada İstanbul’da bulunan Amerikalılar diğer müttefik askerleri ile azınlık guruplara mensup mültecilere ve yerli halka çeşitli sağlık ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Kızılhaç Dispanseri kurmuşlardı. O arada Anadolu’daki Millî Mücadele Hareketi devam ediyordu. İstanbul’da doğru dürüst bir hastane yoktu. Bütün bunların yanında ülke genelinde de doktor sayısı oldukça az olduğu gibi hasta bakımından anlayacak kimseler de yoktu. Var olan doktorlar Millî Mücadeleye katkı sağlamak için cephelerde kurulan geçici ilk yardım çadırlarında göreve gitmişlerdi. Hastanelerde çalışacak hemşire olmadığı gibi, hemşire yetiştirecek bir kurum veya kuruluş da yoktu.
Amerikalı ve müttefiklerin yardımıyla açılmış olan dispanser her ne kadar görevini tamamladıktan sonra kapatılmak istendiyse de Amerikalıların itirazları ağır basmıştı. Robert Koleji Kadınlar Koleji kapatılmaması için dispansere sahip çıktılar. Aralarında kurdukları komitenin amacını bildiren bir rapor hazırlayarak İstanbul’da bulunan en üst rütbeli subay olan Amiral Mark Lambert Bristol’e isteklerini sundular. Buna göre Robert Kolej bünyesinde bir tıp okulu açılacak kadınlar da bu okulda uygulamalı olarak eğitileceklerdi. Sunum günün Türkiye koşullarına göre çok başarılıydı ve Amiral Bristol tarafından hemen onaylandı. Komitenin başına Amiral Bristol geçerek hastane binası aranmaya başlandı.
İlk Amerikan Hastanesi Çarşıkapı’da bir paşanın konağında kuruldu. Hastane çevresinde bulunan küçük evlerden bazıları da hastane bünyesine katılarak yatılı hemşireler için ayrıldı.
38 yataklı, 17 özel odalı, 3 ameliyathanesi, 1 röntgen odası, mutfağı olan bu hastanenin bir katı ise yalnızca hemşirelere derslik ve eğitim amaçlı ayarlanmıştı.
İki yıllık bir uğraştan sonra 20 Mayıs 1920 tarihinde Amerikan Hastanesi halka açılmıştı. Böylece Amerikan Hemşirelik Okulu da Türkiye’nin ilk hemşirelik okulu unvanına sahip olmuştu. Bundan sonraki hemşire okulu 1925 yılında kurulacak olan Kızılay Hemşirelik Okulu idi.
Her branş okulunun mutlaka bir kuruluş ilkesi vardır. Kurucu Amiral Bristol de kuruluş ilkesini şöyle açıklamıştı:
1- Milliyet, din, dil, ırk farkı gözetmeksizin Amerikan Hastanesi bütün hastalara hizmet verecektir.
2- Yakın Doğu’daki Amerikalıların sağlık bakımı ile ilgili her türlü gereksinimi Amerikan Hastanesi tarafından karşılanacaktır.
3- Türkiye’nin hemşire ihtiyacı ivedilikle karşılanacaktır.
Kısaca Amiral Bristol liderliğinde açılmış olan Amerikan Hastanesi ve Amerikan Hemşirelik Okulu’nun kuruluş amacı İstanbul’da yaşayan azınlıklara, göçmen ve Amerikalılara sağlık hizmeti vermek ve Türkiye’ye işinin ehli hemşireler yetiştirmekti.
Amiral Bristol Hemşirelik Okulu 1996 yılında Vehbi Koç Vakfı tarafından himaye altına alındığında Vakıf Başkanı Semahat Arsel Hanım’ın hemşirelik için yaptığı bireysel özverisi Amerikan Hemşire Okulu tarihine altın harflerle yazılan bir özel bölüm olmuştur. Okulumuza sağladığı fon ile Hemşirelik Komitesi kurulmuş olup, özellikle sahada çalışmakta olan hemşirelerin ihtiyaç duydukları bilgi ve araştırma odaklı yenilikler için açılan Semahat Arsel Hemşirelik Eğitim ve Araştırma Merkezi bugünün ve yarınların Türkiye’si için insanlığa yapılan en büyük yatırımlardan biridir. Biz hemşirelik eğitimine gönül vermiş Semahat Arsel Hanım’ı Amerikan Hastanesi tarihine taşıdık. Değerlimiz, gönüldeşimiz her zaman yüreğimizde yaşayanlar arasında kalacaktır.
Eskiden diğer meslek liselerinde olduğu gibi üniversite sınavlarına düz liseden 6 fark dersini vermeden giremezdiniz. 1992-99 yılları arasında Hemşirelikte Tamamlama Programı ile ve Millî Eğitim Bakanlığının onaylamasıyla bu durum aşılmış oldu. Bize inanan, bize gönül verenlerle bunu da çözüme kavuşturmuş olduk. Ayrıca yine Semahat Arsel Hanım’ın girişimleriyle kurulan SANERC komitemiz sayesinde mezunlarımız bilgi ve donanımlarıyla, duruşlarıyla yalnız ülkemizde değil, dünyanın çeşitli ülkelerinde büyük bir gururla ülkemizi ve mesleğimizi temsil etmeye devam etmektedirler.
AMİRAL BRİSTOL SAĞLIK MESLEK Lisesi’nin ÜLKEMİZE ARMAĞANI:
GÜLSEVİM ÇEVİKER
İstanbul Kandilli Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra öğrenimine gönül verdiği hemşirelik mesleği için Amiral Bristol Sağlık Meslek Lisesi’nde devam etmiştir. Bu arada Haydarpaşa Hemşire-Ebe ve Laborant Okulu’nu da bitirerek denklik derecesini almıştır.
Daha sonra New York Columbia Üniversitesi Öğretmenlik bölümünü bitirerek yurda dönen G. Çeviker yine boş durmamış İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümünde doktora çalışmasını tamamlayıp, Psikiyatri Sertifikası almaya hak kazanmıştır. Aynı tarihlerde Amiral Bristol Sağlık Koleji Türk Müdür Yardımcılığına getirilmiş, 1990 yılında da bu göreve asaleten atanmıştır.
Gülsevim Çeviker 1972-1985 tarihleri arasında Türk Hemşireler Derneği İstanbul Şube Başkanlığında da bulunmuştur. Vehbi Koç Vakfı Hemşirelik Komisyonu kurucuları arasındadır.
1992-96 yılları arasında ABAD, Atlanta St. Louis’de “Görüntülü Eğitim Sistemi” ilgili araştırma ve çalışmalarına katılarak, bu sistemi Türkiye’deki hemşirelik eğitim sistemine uygulayarak yine Amerikan Hastanesi Hemşirelik tarihinde bizlere bir ilki yaşatmıştır.
Sayısız başarı ödülünün yanında elbette ki 1982 yılında almış olduğu “YILIN ÖĞRETMENİ” Ödülü’nün haklı bir gururu ve onurunu yaşamıştır.
HEMŞİRELİĞİN TANIMI
Hemşirelik tanımı ülkelere, o ülkelerin gelenek ve göreneklerine, sağlık sisteminin değerlerine göre çeşitlilik gösterebilir.
Türkiye’de hemşirelik mesleğinin temel özelliklerinden biri, bu mesleğin tarih boyunca kadınlara özgü bir meslek olarak görülmesidir. Bunun nedeni Türkler var olduğundan beri kadınların özel bir saygınlıkta yer almasıdır. Türklere göre kadın “doğurganlığından” ötürü “yaratıcı varlık” olarak tanınmış, her zaman “YÜCE VARLIK” olarak kutsallaştırılmıştır. Bir erkek fiziksel-bedensel olarak ne kadar güçlüyse kadın da en az onun kadar yaratıcı ve beceriklidir. Doğanın kadınlara henüz ana rahmindeyken kutsadığı bu özellik, ileride onun sevgi-şefkat gibi erdemlerle donanacağının kanıtıdır. O kadın tedavi edici, onarıcı, yaratıcı ve yol göstericidir.
Hemşire kız kardeştir, hemşire abladır, hemşire süt kardeştir.
Son yıllarda erkeklerin de bu meslekte varlık göstermeleri çok güzel ve özel bir yeniliktir. Ancak modern bir çağda yaşasak da günümüzdeki kadın-erkek eşitliğini öne çıkaran bu gelişmeler hemşireliğin ülkemizde tarih boyunca bir kadın mesleği olarak algılanmış olduğu gerçeğini değiştirmeye pek yardımcı olamayacak gibi görünmektedir.
Hastalıklar, yaralanmalar, sakatlıklar bizleri yalnızca bedensel olarak yıpratmazlar. Özellikle hastalık süresi uzadıkça veya kötü seyrettikçe psikolojik olarak da yıpranır, umutsuzluğa kapılırız. Hele bir de ölümcül bir hastalığa yakalanmışsak fiziksel çöküntümüz daha da hızlanır. Ruh ve beden kardeşliğinin en büyük özelliği, her ikisinin de sağlıkla uyum gösterip birbirini tamamlamasıdır.
Hemşirelik mesleğinin en ilginç özelliği, mesleğin insanlara, insan bedeni ve ruhuna yönelik ilişkiler yumağı içinde olmasıdır. Her insan ayrı bir dünyadır. Her insanla kurulan ilişki ayrı ve özel bir iletişim becerisine sahip olmayı gerektirir. Bu yüzden artık hemşire “Hemşire doktorun yardımcısıdır.” Sözü çok gerilerde kalmış bir tanımdır. Hemşirelik başlı başına bir uzmanlık dalı olup; sanata verilen değer kadar önemli ve değerlidir. Modern çağın tıp bilimine etkisini hepimiz biliyoruz. Doktorların yerini neredeyse teknolojiyle donanmış aletler almaktadır.
Bir hemşirenin yerini alacak makineler henüz icat edilmedi!
Tedavi aşamasında doktora yardımcı olma işlevi günümüzde de devam etmektedir. Ancak modern hemşirelik anlayışında hasta ile iletişim kurmak hemşirenin asıl görevinin başında gelmektedir ve bu görev hiç de azımsanacak, küçümsenecek bir durum değildir. Hastayla iletişim kurmak demek hastanın isteklerini yerine getirmek demek değildir. En önemlisi, hemşirenin hastayla empati kurarak, hatayı ve hastalığının getirdiği sıkıntı ve ihtiyaçları onunla konuşmaksızın algılayabilmek, içinden geçen sessiz sesleri, haykırışları, çığlıkları gözlerinden, alnında biriken terden, kaşlarının ifadesinden anlayabilmek veya gerçeğe uygun anlamlar çıkarabilme becerisine sahip olması beklenmekte ve gerekmektedir.
İnsani duyguları anlama, duygusal yaşantılardan etkilenme ve ders çıkarma ve dolayısıyla ihtiyaç sahiplerine yardım etme isteği ancak empatik eğilimi yüksek olan kişilerde vardır. Hastanın neler hissettiğini hemşireler ancak empati, bilgi, beceri ve potansiyelleri sayesinde anlayabilirler. Bu yüzdendir ki insana yapılan en büyük yatırım eğitim ve sağlıktır. Hemşirelik mesleği her iki özelliğe sahip ender mesleklerden biridir.
Kim ne derse desin; dünyanın en kutsal mesleği hemşireliktir. Ve bu mesleği yapabilmek için kişinin çok özel donanım, eğitim, yeteneklere sahip olması gerekmektedir.
HEMŞİRE YETİŞTİRMEK KOLAY BİR İŞ DEĞİL
Hemşire okulu açıldığında en büyük eksikliğimiz hemşire yetiştirecek bilgi ve donanıma sahip kimselerin eğitime katkıları sağlanmalıydı.
Tıp mensubu olmak kolay bir meslek değildir. Tıp mesleği yenilikleri, gelişmeleri yakından takip etmekle varlığını sürdürebilir.
Görevimiz yalnızca hemşire yetiştirmek olmadığı bilincinden hareket ederek, hemşire yetiştirecek öğretmen ve eğitmenlerin yetiştirilmesini de önemseyerek, kariyer açısından biraz zoru seçerek sağlık hizmetlerimizin ülkemiz için en üst düzeye taşıyabilmenin gururunu hemşireler yetiştirerek yaşamaktayım.
Yıllarca eğitmen- öğretmen kadrosunda yer aldığım Amiral Bristol Sağlık Meslek Lisesi diğer bir gururum da yetiştirdiğim öğrencilerimin gittikleri, çalıştıkları yerlerde hemen fark edilmeleridir.
HEMŞİRELİK MESLEĞİNDE KARŞILAŞILAN ZORLUKLAR
Okulumuz zaten ülkenin zor yıllarında ve imkansızlıklar
İçinde kurulmuştur.
Düşünün ki bir ülke devamlı iç ve dış savaşın içinde yıllarca varlığını sürdürebilmenin çabasını vermektedir. Sağlık açısı bakımından zaten yoksulluk içindedir. Buna rağmen kızlarımız, kadınlarımız yalnızca annelik hisleriyle hareket ederek cephelerde okulsuz-eğitimsiz hemşirelik mesleğinde mucizeler yaratmışlardır.
Savaşın dışında salgın hastalıklarla da mücadele etmek ülke insanını çaresizliğe sürüklemiştir.
İşte tam da bu sırada zor koşullar altında kurulan okulumuz eğitime başladığında ülkeye büyük bir umut olmuştur.
Hemşirelik mesleğinde kolay olan hiçbir şey yoktur. Evinden, köyünden, kasabasından, ailesinden ilk defa ayrılan genç kızlarımız İstanbul gibi büyük bir kente geldiğinde büyük bir şaşkınlık içindedir. Uyum sağlamakta zorlanmaları oldukça zaman alır. Bizi en çok bu öğrenciler yıpratır. Bir büyük sınıfların katkıları, biz öğretmen ve eğitmenlerin onlara aile bireylerinden biriymiş gibi yaklaşımlarımız onların daha çabuk uyum sağlamalarına yardımcı olmaktadır.
Yatılı okullarda öğrenim gören çocuklarımız, gençlerimiz özel ilgi ve sevgiye her zaman muhtaçtır. Öğretmen rolünü bırakıp, ebeveyn gibi davranmamız, onları kazanmamız çok önemlidir. Hiçbir çocuk-ergen veya genç asla ihmale gelmez. Onlara göstereceğimiz her ilgi kuru bir ilgiden ötedir ve özü sevgidir. Sevginin olmadığı, öğretilmediği yerde sizler de taktir edersiniz ki; başarı da yoktur!
Yukarıda sözünü ettiğim gibi her birey ayrı kişilik, karakter ve psikolojidedir. Bizi diğer mesleklerden üstün kılan şey ise; her yaştan, her dil ve dinden, eğitimli veya eğitimsiz kişilere eşit mesafelerde yaklaşıp, onları tedavide ve eğitimde asla yalnız bırakmayışımızdır. Bizim mesleğimizin özel öğretmene ihtiyacı hiç yoktur, olamaz da.
Evet! Mesleğimiz çok zordur, zorlayıcı ve yıpratıcıdır ama başarırız! Madem mesleğimizin özü sevgidir, sevginin aşamayacağı bir zorluk da olamaz!
Mesleğimiz özel sorumluluk ister. Bunun için önce misyonumuz olmalıdır. Misyonumuz insan sağlığı ve eğitimi olduğuna göre vizyonumuz zaten kendiliğinden oluşacaktır. Bu özde içinde yaşadığımız toplumun sosyo-psikolojik değerlerinin yanı sıra tüm insanların antropolojik yapısı da yer almaktadır.
Her şey insanı sevmekle başlamıyor artık! Her şey canlıyı sevmekle başlıyor.
Ve sevgi öğretilmesi gereken en büyük insanlık mirasıdır.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
04 Eyl
ŞİDDETSİZ ÇÖZÜM ÇAĞRISI
Biz, WINPEACE* (Barış İçin Kadın Girişimi) üyeleri, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Rum
ve Kıbrıs Türk kesimleri kadınları olarak Doğu Akdeniz’de son dönemdeki
gelişmelerden derin bir endişe duyuyoruz. Tüm ilgili hükümetlerin gözü kara
açıklamaları ve girişimleri ülkelerimizi savaşın eşiğine getirmiş bulunuyor.
Son yirmi üç yıldır kadınlarımız ve gençlerimiz arasında anlayış ve yakınlaşmayı
geliştirmek için çalışıyoruz. Ortak yaşam alanlarımızın herhangi bir kıyısında
Akdeniz’deki hidrokarbon gazının bir zerresi için çocuğunun yaşamını fedaya hazır
tek bir kadın bile var mıdır? Hiç sanmıyoruz.
Bu nedenle ülkelerimiz hükumetlerine günlük düşmanca açıklamalarına son vermeleri
ve Akdeniz’in altında gizli tüm zenginlikleri paylaşmak amacıyla derhal bir diyalog
başlatmaları çağrısında bulunuyoruz. Ancak bu yolla Akdeniz’in onun mavi sularını
kan kırmızısına boyamaktan kaçınabiliriz. Ülkelerimiz dayanışma ve güven içinde
işbirliği yapmalı. Ancak o zaman toplumlarımızın da yararlanacağı, yaratıcı bir
çözüme, “kazan-kazan” durumuna ulaşabiliriz.
Ayrıca dünya çapında bir ekonomik kriz döneminde, savaş girişimlerinde kullanılacak
kaynaklara, halklarımızın temel ihtiyaçlarını karşılamak için büyük gereksinim
olduğunu vurgulamak isteriz. COVID-19 salgını hem kadınlarla erkekler arasında
mevcut eşitsizliği, hem de toplumsal eşitsizliği daha da derinleştirmiştir.
Hükumetlerin tüm çabalarını pandemiyle ve bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle
mücadeleye yoğunlaştırmaları gerektiğine inanıyoruz.
Bu arada, tüm gezegeni tehdit eden iklim değişikliğinin ana sebebi olduğu bilim
insanlarınca kanıtlanan fosil yakıtlar için bu kavgayı ironik bulduğumuzu belirtmeliyiz.
Hükumetlerimizi enerjilerini bu tür yakıtların tüketimini azaltarak, yenilenebilir enerji
kaynaklarını artırmaya yönlendirmeye çağırıyoruz.
WINPEACE Yunanistan – Türkiye – Güney ve Kuzey Kıbrıs
*WINPEACE (Barış İçin Kadın Girişimi) Kardak çatışmaları sırasında Margarita Papandreu ve
Zeynep Oral önderliğinde Türkiye ve Yunanistan’da kadın ve barış konularında çalışan sivil toplum
kuruluşlarının temsilcileri tarafından oluşturulmuş bir iletişim ağıdır. Sorunları şiddet dışı yollarla
çözümleme yolunda barış eğitiminden, sanatsal dayanışmaya, kadın kooperatiflerinden, gençlik
seminerlerine çeşitli etkinlikler düzenler. (İngilizce ‘Barış için Kadın Girişimi’ sözcüklerinin ilk
harflerinden oluşmakta ve “Barışı Kazan” anlamına gelmektedir.
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
31 Ağu
KOŞ VATANDAŞ, BARIŞ GELDİ!
‘Bana ne?’ deme, oku!
Susma, sesini çıkart!
Bağırma, konuş!
Ağlama, hakkını ara!
İtaat etme, itiraz et!
Bencil olma, örgütlü ol!
Korkma, söyle!
Seyretme, müdahale et!
Durma, yürü!
Boyun eğme, dik dur!
Ayrılma, katıl!
Uyuma, düş kur!
Tembel olma, biraz düşün!
Enseyi karartma, umudunu koru!
Tüketme, üret!
Kul olma, yurttaş ol!
Neme lazım deme, laikliği savun!
İstanbul’a nasıl sahip çıktıysan,
İstanbul Sözleşmesi’ne de öyle sahip çık!
Üzgün durma, tabiat senin annen!
Yalnız değilsin, hayvanlar kardeşin!
Bu memleket ne ağanın ne paşanın ne beyin,
sakın unutma bu memleket senin!
Ne büyük lokma ye, ne büyük laflar et!
Dostluğa koş, düşmanlıktan kaç!
Salma kendini, çıkartma maskeni!
Savaşma, seviş!
Dövüşme, barış!
(Boş durma, sen de barış için buraya bir şeyler yaz!)
PEN Yazarlar Derneği
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
16 Ağu
“Beyrut, Kalbimin Tanığı”: Mahmud Derviş’in kitapları
“Beyrut, kalbimin tanığı/Göç ediyorum onun sokaklarından, kendimden göç ediyorum/ Tutunarak bitmeyen bir şiire/Ve diyorum ki: Ateşim ölmez/Binalarda güvercinler/Kalıntıları üzerinde barış…/Bir kitabı kapatır gibi kapatıyorum şehri/Ve buluttan bir çuval gibi taşıyorum küçük yeryüzünü/uyanınca kendimi arıyorum cesedimin elbiselerinde/Gülüşüyoruz: Hâlâ hayattayız/Ve bütün hükümdarlar da.”(Mahmut Derviş’in “Beyrut Kasidesi” şiirinden. PEN için çeviren: Mehmet Hakkı Suçin).
Fairuz’un ‘Beyrut’u, Derviş’in ‘Beyrut’u, güzel, acılı, yaralı, kadim, hepimizin Beyrut’u. 1973’te yerleştiği Beyrut’un acısını duyan, kederini yaşayan, felaketlerine tanık olan, Filistin halkının ‘büyük oğlu’ Mahmut Derviş’in Türkçeye çevrilmiş tüm şiir kitaplarını Ağustos ayı kitabı olarak öneriyoruz. Dil insanın yurduysa, Derviş’in şiiri de toprakları olmayan Filistin halkının yurdu.
PEN Yazarlar Derneği
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
29 Tem
Türkiye Cumhuriyeti bugüne dek hiç olmadığı denli tehdit altındadır. Bir yanda anayasamızda değişmez ilkeler olarak yer alan Cumhuriyet ilkelerinin altı oyulurken bir yandan da bu çabanın açtığı şiddete tanık olmaktayız.
Cumhuriyetten değerli neyimiz var? 100 yıl önce bu topraklarda o koşullarda mucize sayılan bir düşün gerçekleşmesidir Cumhuriyet. Türkiye Cumhuriyeti’ni geriye götürmek değil, daha da ileriye, tam demokrasiye eriştirmek boynumuzun borcudur.
Siyasal İslam aracılığı ile Cumhuriyet devrim ilkelerini aşındırmak… 86 Yıldır müze görevi gören , tüm insanlığa ait bir değeri camiye dönüştürmek… Atatürk’e küfür ve lanet etmeyi onaylamak… Kadınlara yönelik şiddeti önleme görevini devlet ve hükümetlere veren İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etmeye çalışmak… Kadına karşı şiddeti körüklemek… Hak, hukuk ve adaleti, doğrudan siyasal erke bağlamak… Harf devriminden bile rahatsız olduğunu beyan edip, alfabeyi tartışmaya açmaya çalışmak… Vakıflar ve cemaatler aracılığıyla dehşet verici pedofili suçunu bile mazur gösterebilmek… Kılıç, sopa, cop… Bunların hepsiyle birlikte topyekûn saldırıya geçmek… Antidemokratik baskıları arttırmak üzere sosyal medyayı cendereye sokma gayretleri…
Bu saldırı karşısında PEN Yazarlar Derneği olarak ‘Kalem kılıçtan üstündür,’ diyerek ‘Birilerine anlatır gibi Cumhuriyet Alfabesi’ni sunuyoruz:
A: Atatürk
B: Barış
C: Cumhuriyet
Ç: Çağdaşlık
D: Demokrasi
E: Eşitlik
F: Fikir Özgürlüğü
G: Gençlik
Ğ: “Kimsesizlerin kimsesi”
H: Hukuk
I: Işık
İ: İstanbul Sözleşmesi
J: Jest
K: Kadın Hakları
L: Laiklik
M: Mucize
N: Nimet
O: Okuryazar
Ö: Özgürlük
P: Parlamenter Sistem
R: Renklilik
S: Sosyal Devlet
Ş: Şeref
T: Toplum
U: Uygarlık
Ü: Ülkü – Ümit
V: Vicdan
Y: Yurtseverlik
Z: Zenginlik
PEN Yazarlar Derneği
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
22 Tem
Bu sitemi yalnızca iletişim amaçlı kullanıyorum. Bildiri, edebiyat haberleri dışındaki yazılarım diğer sitede yayınlanmaktadır. Takipçilerime çok teşekkür ediyorum.
Tülin
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
14 Tem
Cumhuriyetin romancısına teşekkürler, sevgiler…
Ankara’da doğdu, en güzel, en aydınlık ve en kötü, en karanlık yılları Ankara’da yaşadı.
Türkiye’nin, Cumhuriyetin kalbinin Ankara olduğu yıllarda, romanın kalbi de Ankara oldu. O, Ankara’yı edebiyatın da kalbi kılanların başında oldu. Şimdilerde yeniden ve genç yazarlarca keşfedilen Ankara’yı, klişe tabirle, derinden soludu, derinden yaşadı ve derinden yazdı. Bir tür Ankara kazısıdır yapıtları. TRT’de çalıştığı yılları anlattığı kitaplarında 12 Mart karanlığını da buluruz devrimci umudu da.
O yıllarda yine de ‘Ankara’nın Adalet’i vardı, şimdi olmayan. Adalet Ağaoğlu da tanık olmakla, yazmakla yetinmedi, söz aldı, düşüncesini söyledi, tartıştı, kapıştı, fakat bir cumhuriyet kadını olmanın hakkını verdi. Bunu hem Türk edebiyatının tartışmasız kalıcı yapıtlarından, bir anlamda ‘Ankara Üçlemesi’ diyebileceğimiz Bir Düğün Gecesi, Ölmeye Yatmak ve Hayır romanlarında görürüz, unutulmaz Doçent Aysel karakterinde, hem de Adalet Ağaoğlu olarak elbette.
Meraklıydı, mizahiydi, çocuksuydu, öğrenmeye açıktı, son yapıtı Düşme Korkusu’ndaki öyküler hem bireysel hem toplumsal olarak müthiş, hınzır iktidar ve otorite eleştirileridir. Toplumcu geleneği, sosyalist gerçekçiliği özgürlükçü bir tutumla yeniden ele alan, dönüştüren, atak, öncü yapıtlarını roman, öykü ve oyunlarıyla sürdürürken, düşüncelerini, günlüklerini de edebi, tarihi, toplumsal ve siyasal belgeler olarak cumhuriyet arşivine bıraktı.
Adalet Ağaoğlu, cumhuriyet kadını, cumhuriyet belleği, cumhuriyet romancısıydı.
Ankara’yı yazdı, Türkiye’yi etkiledi.
Binlerce teşekkür, sevgi, saygı, hayranlıkla…
P.E.N TÜRKİYE MERKEZİ Yönetim Kurulu
Anlık Duygular, Günce kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 Haz
27 yıldır yanıyoruz, kanıyoruz, utanıyoruz!
Yaşasalardı ‘klasik’ olacaklardı, yaktınız ‘efsane’ oldular.
Ama siz mazlumsunuz, mağdursunuz, her zaman haksızlığa uğrayansınız.
Ee onlar da ‘salyangoz satmayacaktı!’, milletin değerlerine saygısızlık etmeyecekti!
Siz her zaman doğruyu söylersiniz, söz söyleyen yoktur sözünüz üstüne, baş göz üstüne.
Güzel Anadolumuz’a gelip, burayı karıştırmayacak, milletin sinirleriyle oynamayacaklardı!
Elhak, eyvallah, nereye gidilecek, ne söylenecek, ne söylenmeyecek hepsini siz bilirsiniz.
Biz bilemedik, 2 Temmuz 1993 Şehitlerimiz de bilemedi, işledik bir kusur işte!
İşledik de bunun karşılığı cinayet miydi, oteli ateşe verip insanları yakmak mıydı?
1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11,12,13,14,15,16,17,18,19,20,21,22,23,24,25,26,27,28,29,30,31,32,
33,34,35…”Sayılara vurdular bizi haydi kalk!” Hadi uyan, bak 35 canı yaktılar! 2 Temmuz 1993′de, Madımak Oteli’nde, Sivas’ta!
27 yıldır yanıyor hala, kanıyor hala, bir parça merhameti olan utanıyor hala!
Sizi bilmiyoruz ama,
biz yanıyoruz, kanıyoruz, utanıyoruz hala!
PEN Türkiye
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
19 Haz
TYS ve PEN Türkiye Ortak Açıklaması
Gazeteci Soner Yalçın Sözcü Gazetesi’nde yayınlanan 19 Haziran 2020 tarihli ‘Ahlâk Davası’ başlıklı köşe yazısında, sendikamızın kurucu genel başkanı Yaşar Kemal için, “Yaşar Kemal şahsına yararı olmayan hiçbir şeyle ilgilenmedi maalesef…” diyerek, haksız bir değerlendirme yapmıştır.
Yaşar Kemal Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, Demokrasi, Özgürlük gibi ülkenin temel sorunlarında, çağının tanığı olmanın yanında sanığı da olmaktan çekinmeyerek cesurca gerçeğin, haklının, mazlumun yanında, ezilenden, sömürülenden, kırımlara uğrayanın, dili, kültürü yasaklananın, tehcir edilenin, öldürülenin, sürgüne gönderilenin, devletin sopası başından eksik edilmeyenin yanında safını belirlemiştir.
‘Zulmün Artsın’ diyerek zalime karşı durmuş susmamış, yılmamış sözünü hep söylemiştir.
Yaşar Kemal yaşamı boyunca, örgütlü mücadelenin içinde yer almış, 12 Mart Darbesi ile ülkemizin içine düşürüldüğü karanlığa karşı, yazarların emeğinin korunması, tam bir söz ve yazı özgürlüğünün gerçekleştirilmesi ve korunması için her türlü yasal mücadeleyi sürdürmek amacıyla kurulan Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucu genel başkanı olmuştur.
Yaşar Kemal Türkiye PEN Yazarlar Derneği’nin ilk genel başkanıdır. 12 Eylül faşizminde tüm dernekler kapatıldıktan sonra PEN Türkiye’nin yeniden hayata dönmesini sağlayandır.
1960′lı yıllarda, TİP’nin Genel yönetim ve Merkez Yönetim Kurulu üyesi olmuş, radyoda parti sözcüsü olarak konuşmuştur. Mahalle mahalle, kahve kahve dolaşıp Türkiye İşçi Partisini anlatmıştır.
Aydınlar Dilekçesinin dinamolarındandır.
İnsanlığın yüz karası olan F Tipi cezaevlerine karşı en cesur sesi yükseltmiş, açlık grevlerine son verilmesi için en büyük mücadeleyi vermiş isimdir.
Reklamını yapmadan, böbürlenmeden, kimselere belli etmeden, hapishanelerde çürüyen aydınlara, haksız yargılananlara her daim el uzatmış insandır.
Yaşar Kemal, “namuslu bir hayat yaşamış” gerçek bir aydınımızdır.
Edebiyatımızın evrensel sesi Yaşar Kemal yaşamıyla, yapıtlarıyla hep yaşayacaktır.
Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Türkiye
…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 May
Nazım Hikmet …… …….. devam ediyor hala!
Biz de!
Vatan;
Sizin müteahhit gözüyle değerlendirdiğiniz araziler, dönümler, parseller, inşaat alanlarıysa…
Vatan;
Sizin kestiğiniz ağaçlar, yok ettiğiniz ormanlar, kuşların göç yolları, sulak alanlarsa…
Vatan;
Sizin dinmeyen kininiz, doymayan iştihanız, ve tırmandırdığınız hırsınızsa…
Vatan;
Sizin başkasına yaşam hakkı tanımayan ve gitgide koyulaşan karanlığınızsa…
Vatan;
Sizin hesaplaşmaya doyamadığınız Cumhuriyet ve onun devrimlerinin sonuysa…
Vatan;
Sizin inanmadığınız demokrasiden yarı yolda inilebilecek bir tramvay durağıysa…
Vatan;
Sizin babanızın malı gibi hor kullandığınız bir ülkenin derin yalnızlığıysa…
“Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala…”
Biz de!
3 Haziran 1963’de yitirdiğimiz Büyük Gurbetçimizi sevgiyle anıyoruz, hasretle arıyoruz!
PEN Türkiye
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
18 May
101 pare özgürlükle kutlanıyor!
19 Mayıs 1919, “ve mavi gözleri çakmak çakmak”
Sarı Paşa, Bandırma Vapuru’yla Samsun’a çıkacak,
yüzyılın öncü devrimlerinden birini gerçekleştirmek
üzere Kurtuluş Savaşımızı başlatacak…Yedi düvele
karşı halkıyla, askeriyle, kadınıyla erkeğiyle savaşların
en haklısını, en ‘halklı’sını verecek…Halkın meclisi
açılacak, Türkiye Cumhuriyeti kurulacak… Sonra. Sonra
ne yazık ki, Anadolu halkının ‘Sarı Paşa’ diye sevdiği,
yolunda yürüdüğü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
öncülük ettiği devrimler budanacak, uygulanmayacak,
Cumhuriyet’in laiklik ilkesi yok sayılacak, din devleti
ve şeriat özlemcilerinin dedikleri bir bir olmaya başlayacak!
PEN Türkiye olarak, 19 Mayıs 2020
101 pare top atışıyla, adet yerini bulsun diye kutlanacağına,
keşke 101 pare özgürlükle, demokrasiyle, tam bağımsızlık
anlayışıyla, sosyal hukuk devletiyle ve asla vazgeçmeyeceğimiz,
varlığımızın en temel güvencesi olan laiklik içinde kutlansaydı…
diyoruz!
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden parlamenter sistemi işleteceği,
demokrasi ve özgürlüklerin baştacı edileceği
ve laikliğin ‘tartışılmasının teklif dahi edilemeyeceği’ günleri
yaşayacağına, kalbimizle, kafamızla, yazarımızla, şairimizle,
sanatçımızla, aydınımızla, öğrencimizle, işçimizle, memurumuzla,
kadınımızla, erkeğimizle, köylümüzle, kentlimizle, tüm halkımızla
öyle çok inanıyoruz ki o kadar olur!
PEN Türkiye
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 May
Mahmur dağın başında bir duman, bir duman,
Mustafa Kemal’in başında daha bir duman
Dağ düşünür gündüz gece başından duman gitmez,
Mustafa Kemal düşünür gündüz gece başından duman gitmez,
Dağların başında duman eksik olmaz,
Soy yiğidin başından duman eksik olmaz.
Mahmur dağının dumanlarına baktı da dedi.
Mustafa Kemal, Köroğlu olmak ne güzel şu dağlarda,
Tutmak gece gündüz denizlerin yolunu, yol vermemek,
Üşümek, ateş yakmak, yola düşmek ne güzel,
Bölmek orta yerinden gemilerin getirdiği güneşi,
Bir sana bir bana vermek ne güzel!
Çakal dağının eteğine vardı ki Mustafa Kemal,
Vakit alaca karanlık, dağın eteğinde bir kahve,
Kahvede düze inmiş eşkıyalar, Karadeniz uşakları,
Kaynıyor Erzurum işi semaver, çay demleniyor.
Uyanmış su, gözleri adamların, susuz gözleri sıcak,
Mustafa Kemal baktı, tanıdı, hepsi halk.
Oturdular, hep beraber çay içtiler,
Ordan burdan, dereden tepeden konuştular,
Sabah güneşi gelip bağdaş kurdu bir yana,
Yarı karanlıktı yüzleri birden aydınlandılar,
Acı çekmiş, susamış, dağ çizgileri sert
Mustafa Kemal’in gözlerinde tek tek ışıdılar.
Çıktı kavak yaylasına “oh!” dedi, Mustafa Kemal,
Ölmez be, insan bu vatanı sevince,
Halk kokusudur, güller çimenlerden gelir,
Ovaları sürenler aşağıda, ormanlarda bıçkı sesleri,
Dağılmış Mahmur dağının dumanları
Çekip cümle türküleri bir dere ışıltısıyla akar.
Havza’ya vardım ki, kulağımızı koyalım bir,
Bağımsız yaşamak diyelim bir, dinle ne ses verir?
Havza pazarına inmiş allı morlu köylüler,
Çıkarlar ormanlardan gizli gizli çağıralım, bir,
Gelirler toplanırlar ateşimize, onlar için yaktık,
Özgür yüreklerin soluğunu üflesinler bir.
Sevelim dedi, Mustafa Kemal, sevelim bir,
Selâm verelim bir, selâm alalım bir,
Halk olmak ne güzel şeydir arkadaşlar,
Şu sabah çayını içelim bir, kardeşçe sıcak.
Yüzümüzü yunalım şu dereden bir,
Sonra kursunlar darağacını kavgamıza,
Asarlarsa assınlar bizi düşlerimizden!
(Ceyhun Atuf Kansu)
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
13 May
Kuvayı Milliye Destanı – Gülünün Solduğu Akşam
Sen bizim gönlümüzde açmadan solan
Bağımsızlık Gülü’ydün!
“Yerden alıp o gülü
Hangi gülü?”
diye soruyordu halkın doktoru, sözcüklere şefkat aşılayan ve şiirleriyle merhamet saçan, adı, kendisi, şiiri, fikri, hepsi birbirinden güzel Ceyhun Atuf Kansu. Şiirin sonunda da yanıtlıyordu: “Mustafa Kemal’in bahçesine
Bir ulusun suladığı beslediği
Yediveren bağımsızlık gülü”.
O ‘Bağımsızlık Gülü’, 19 Mayıs 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşı’yla açtı. Nazım Hikmet ‘Bağımsızlık gülünün açtığı akşam’ın destanını yazdı, Kuvayı Milliye Destanı(Yazılış 1941, ilk yayımlanış Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla, 1965, Yön).
Cumhuriyet bahçesini tarumar etmeye, gülleri kanatmaya, karanfilleri karartmaya çok erken başladılar, ‘fırsatçısı, fesatçısı, hayını’, gericisi, yobazı, ırkçısı, elbirliğiyle, işbirliğiyle…
53 yıl sonra, 1972’de halkın evlatlarından Üç Fidan, Deniz, Yusuf ve Hüseyin, üstüne üstüne yürüyemediğimiz, yüzüne yüzüne tüküremediğimiz cellatlar tarafından asıldı.
Turgut Uyar, “Herkes ne zaman ölür; elbet gülünün solduğu akşam!” dedi.
Erdal Öz, Üç Fidan’ın mapustan da yoldaşıydı, onları Gülünün Solduğu Akşam’a yazdı.
5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece de, ‘Bağımsızlık Gülü’nün solduğu akşam’ oldu.
…
PEN Türkiye, Bağımsızlık Gülü’nün açtığı, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı ile,
Bağımsızlık Gülü’nün solduğu, Erdal Öz’ün Gülünün Solduğu Akşam’ı,
ayın kitapları olarak seçmekten, hem sevinç hem keder duyuyor!
PEN Türkiye
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
04 May
“O mahur beste çalar…”
Her 6 Mayıs’ta ağlarız!
Hüseyin 23, Yusuf 25, Deniz 25 yaşındaydı.
1972’nin 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan ve
halkın o güzelim geleneksel inançla Hıdırellez’i
kutladığı gecenin sabahına karşı…
Türkiye’nin bağımsızlığı ve özgürlüğü için
üçü de darağacındaydı.
Son sözleri de ilk sözleri gibiydi,
içtendi, gençti, çığlıktı, isyandı.
Deniz en uzun boylusuydu içlerinde,
ama bağımsızlık, özgürlük uğrunda
Hüseyin de, Yusuf da Deniz’den
geri kalmadı. Hepsi de devrim yolunda
uzun mesafe koşucusuydu…
Devletin ve sistemin ‘sanatçı’ kılıklı soytarılarınca
lince maruz bırakılan, sonra da genç yaşında canından
olan ‘iki gözüm’üz Ahmet Kaya’nın, Attila İlhan’dan
bestelediği “Mahur Beste”si;
48 yıldır içimizi yakıyor bir kez daha,
acımızı artırıyor bir kez daha,
öfkemizi çoğaltıyor bir kez daha.
“Bir yangın ormanından fışkırmış genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.”
Yine Ahmet Kaya’nın “Adı Bahtiyar” şarkısında,
“suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar” dediği gibi,
grup üzerindeki baskıların kaldırılmasını ve türkülerini
özgürce, yasaksız çalıp söylemek isteyen Grup Yorum’un
üyeleri de ölüm orucunda bir bir can veriyor. Helin öldü,
İbrahim de ölmesin…
Ölüm kimseye bir şey kazandırmaz, can kaybettirir yalnızca.
Olmasın bir kez daha!
PEN Türkiye
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
21 Nis
P.E.N. Türkiye’den 23 Nisan Mesajı:
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 100. Yıldönümünü dünyada ve ülkede zor zamanlarda, zor koşullarda kutluyoruz. Bir yanda salgının ağırlığı altında ezilirken, bir yanda da belirsizliklerle, yalanlarla, gelecek korkusuyla, güvensizlikle boğuşuyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100’ncü yılında o meclis sembolik bir hal almamış, işlevini yitirmemiş olsun isterdik… Çocuklar o meclise sahip çıkmanın sorumluluğu altında ezilmesin isterdik… Çocuklarımızın dünya çocukları ile birleşmelerini, birbirlerini anlayıp arkadaşlık kurmalarını, dayanışmalarını isterdik… İçinde yaşadığımız, doğaya ve çevresine sevgisiz, insana ve emeğe saygısız, vicdansız bir dünyaya başkaldırıp örnek olmalarını isterdik… İsteklerimizin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyoruz.
P.E.N Türkiye Yazarlar Derneği olarak, büyük önder Atatürk’ün milletin geleceği olarak gördüğü çocuklara armağan ettiği bu günü bizler de Haydar Ergülen’in yazdığı “1923 Nisan” şiiriyle kutluyoruz:
1923 Nisan
“Çocukluk gibi bir şey bu gökyüzü
hiçbir yere gitmiyor” demiştiniz Edip Bey,
o dediğiniz bizim üst kat komşumuzmuş meğer,
100 yıldır yukardan bize gülümseyip duruyormuş,
kapımıza süt koyar gibi her sabah güneşi yolluyormuş,
ve akşamları ay oluyormuş, yıldız doluyormuş, geceleri rüya…
Ben de oturmuş 23 Nisan şiir yazıyorum güya,
yazmış işte gök, deniz, güneş, ay ve dünya,
ona ekleyebileceğim ne var, olsa olsa,
ey aydınlık, ey mavi, ey ışık ülkesi bin yaşa,
ve Cahit Külebi’nin şiirindeki gibi “Sen de
Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin” demek o çocuğa,
100 yıldır 23 Nisan’sın, yüzlerce yıl daha
doğ bize, fikrimize, gönlümüze,
bağımsızlık ve özgürlük buluşsun bu güneş ülkesinde,
“Gökyüzü gibi bir şey bu 1923 Nisan” diyelim,
dileyelim 1923 kez kutlu olsun 23 Nisan
çocuklar gibi maviyle, iyilikle, neşeyle
halk mavisi bu cumhuriyette…
P.E.N. Türkiye Yönetim Kurulu
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 Nis
GÖKÇE FIRAT CEZAEVİNDE KORONA GÜNLERİNİ YAZDI
I.
Bir yıl kadar önce tanzim satışlar gündeme geldiğinde, Türk Solu’nda “Hayvanlar Çiftliği” başlıklı bir yazı yayınlamıştım. Yazının 1. maddesi aynen şöyleydi:
“Kuyruklara takılmayın, yakında kuyruk olmayacak. Belediyeler PTT ile birlikte bir kurye ağı kuracak. Halkımız evden bile çıkmayacak. Tıpkı kömürü ve makarnası geldiği gibi domatesi, patlıcanı da eve teslim edilecek.”
Bir yıl sonra belediyeler AKP’nin elinden çıktığı için devreden çıkarıldı ama PTT, bekçiler, polis ve jandarma artık evlere kolonya, maske dağıtıyor. Yardım paketlerinin yanı sıra emekli maaşları evlerde ödeniyor.
Kimileri bunu işte sosyal devlet diye karşılayabilir, sevinebilir. Ama tehlikenin ne olduğunu size ancak hapishane örneği ile anlatabilirim.
II.
Bugüne kadar hapishane ile ilgili hiç yazmadım. Bir devrimcinin hapishane koşulları üzerinden vicdan çağrısı yapmasını hem tasvip etmiyorum hem de vicdanların çoktan öldüğü bu ülkede bunun ne kadar anlamsız olduğunu öğrenecek kadar uzun süredir hapisteyim.
Silivri 9 No’lu Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevinde 1300 günü geride bıraktım sanırım. Buradaki düzeni kısaca şöyle anlatabilirim:
Demir bir kapımız var. Bu kapıda bir karışa iki karışlık bir mazgal var. Bu mazgal dışarıdan açılıp kapanır. Yani sadece görevliler açabilir.
Sabah 9.00 gibi mazgal açılır ve gazeteler teslim edilir.
10.00 gibi günlük ekmek servisi.
Öğlen ve akşam üzeri iki öğün yemek için açılır mazgal.
Haftada bir gün kantinimiz ve bir gün manavımız gelir.
Kitap yine buradan teslim edilir.
İlaçlarımız buradan verilir.
Kısacası mahpusun herşeyini o “sosyal devlet” karşılar!
Mazgalın yeri öyle ayarlanmıştır ki, memurun yüzünü bile göremezsiniz.
Diyeceğim o ki, devlet sizi eve kapatmışsa, herşeyinizi evinize getiriyorsa ve tıpkı bizim gibi dışarı çıkmanıza izin vermiyorsa; siz aslında hapis sayılırsınız. Bunun adı da sosyal devlet değil totaliter devlettir.
III.
Sosyal mesafe ve gönüllü izolasyon kavramları da yine çok övülerek sıklıkla kullanılıyor.
Aman dikkat derim!
Mesela burada tam bir izolasyon var. Üç kişilik bir koğuştayız. Bu üç kişinin başka hiçbir koğuşla irtibatı yok. Diyelim ki avukatınız ve görüşçünüz geldi ve koğuştan çıkarılacaksınız. Başınıza iki görevli gelir. Siz tek başına çıkarılırsınız ve o sırada geçeceğiniz koridorlarda başka bir mahkum olmaz. Eğer başka bir mahkum geçecekse, siz koridorda tutulursunuz.
Bundan daha iyi sosyal mesafe mi olur!
Yan yana on koğuşun bulunduğu bir koridordayım. Yan koğuştakilerin sesini duyabiliyorum ama daha hiçbirinin yüzünü bile görmüş değilim. Sözde aynı örgütten yattığım bu insanları dışarıda görsem tanıyamam çünkü yüzlerini bilmiyorum.
Hapse girmeden önce de tecrit üzerine çok konuştum ve yazdım. Bir insana verilebilecek en büyük ceza tecrittir. Ona selam vermemektir, onu görmemektir tecrit. O nedenle bir insan için en ağır travmadır.
Şimdi ise gönüllü izolasyon diyerek bu tecridi allayıp pullayıp size dayatıyorlar ya aman ha diyorum dikkat edin. Çünkü bundan sonra size gönüllü köleliği önereceklerdir.
IV.
Bakın bu kölelik ile ilgili de bir işaret var aslında. Sağlık Bakanlığımız evde takip sistemi başlatmış. Artık hastaların bir dijital kaydı olacak ve oradan takip edilecek. Köleleri ateşli demir ile damgalamalarına ne kadar da benziyor aslında değil mi? Devir artık dijital damga devri.
Bunun bir adım ötesi yine bir hapishane aygıtı: Elektronik kelepçe!
V.
Bu köleci düzeni çalışma yaşamında da görmek hiç şaşırtıcı değil.
Altmış yaş üstü ve yirmi yaş altı evde kalacak. Bunlar toplumun aylakları.
20-60 yaş arası ise çalışan kesim. Bunlar fabrikaları çalıştıracaklar.
Bir de devlet görevlileri var: Polis, asker, bekçi, PTT görevlisi vb.
Muhteşem bir piramit: Köleci Sistem.
Çalışan köleler ve onların başındaki eli kırbaçlılar!
Belli yaş grupları evden dışarı çıkarılmazken bu çalışan-köleler zorla çalıştırılıyor. Hem de ölüm riski varken. Sakın ola 60 yaş üstünü evde beslemeye devam ederler sanmayın. Bir süre sonra onlar ölüme terkedilir. Yaşlılar ve çocuklar üzerinde öjenik tedbirler, faşist rejimlerin standart uygulamasıdır.
Bu arada artık sokağa çıkma belgesi, şehir dışına çıkma belgesi gibi evraklar taşımak zorunda insanlar. Tıpkı Nazi Almanya’sında ve Stalin Rusya’sında olduğu gibi.
Bir virüs ancak bu kadar Tanrının lütfu olabilirdi derim ve hepinize canınızdan önce özgürlüğünüzü düşünün derim. İnsanlar özgürlükleri için kurtuluş savaşlarında ve devrimlerde canlarını boşuna vermediler.
VI.
Biraz da hapishane ile ilgili uyarmak isterim sizi.
Pek çok milletvekili şu anda af yasası için Meclis’te konuşuyor ve şu ifade artık bir klasik oldu: “Biz açık cezaevindeyiz, siz kapalı cezaevinde.” Benzer şekilde Korona günlerinde karantinada insanlar kendilerini sanki hapiste gibi hissediyor.
Ne desem, nasıl anlatsam size…
Ailecek eve kapandınız. Belki anneniz babanız uzakta, başka bir evdedir. Fakat istediğiniz an onları arayabiliyor ve hatta görüntülü de görüşebiliyorsunuz.
Ben annemi en son 5 hafta önce görmüştüm. O da bir camın arkasından. Yaklaşık 4 yıldır haftada bir sadece 1 saatlik aile görüşü hakkım oldu. Derim ki size, özgürlüğünüzün kıymetini bilin. Bizim tutsaklığımıza hiçbir kıymet ya da anlam biçmeseniz bile durumumuz kıyaslanamaz…
Siz eve kapanırken salgın dolayısıyla, bizim görüş hakkımız da elimizden alındı. Sağolsun devletimiz haftalık 10 dakikalık telefon haklarımızı 20 dakikaya çıkarttı. O 20 dakikada da artık annemle, ablamlarla, yeğenlerimle ve minik kurbağamla görüşeceğim. Kişi başı 2 dakika.
İşte biz, bu iki dakika için yaşıyoruz hapishanede…
VII.
Evinde canı sıkılanlara da birşeyler söyleyeyim.
İnternetsiz, telefonsuz, bilgisayarsız üç buçuk yıl geçirdim. Netflix’i gazetelerden duydum. Burada TRT 2’nin filmlerine şükrediyorum. Avluda en fazla 11 adım atabiliyorum. 3.5 yıldır sadece plastik sandalyede oturuyorum. Çaydanlık buharında yemek ısıtıyorum.
Bu arada Korona dolayısıyla cezaevi yemekleri de epey ilerledi. Bağışıklık sistemimizi güçlü tutmak için kefir, şalgam ve turşu veriliyor. Henüz kelle-paça vermeseler bile artık tatlı sayısını çok takmıyorlar. Adam başı kimi zaman 2 yerine 3 dilim tatlı verebiliyorlar. Daha ne olsun.
Bunların hiçbirini bir mağduriyet olarak söylemiyorum ve öyle de anlamayın. Ben cezaevi şartlarında da olsa koğuş arkadaşlarımın doğum günlerinde mozaik pasta yapıyorum. Yüzünü görmediğim koridor arkadaşlarıma şiirler okuyor, marşlar söylüyorum. Hala renkli kıyafetler giyiyorum. Ve OHAL döneminden bu Korona günlerine kadar beni hiç yalnız bırakmayan, vefanın siyasi değil insani bir nitelik olduğunu anlamamı sağlayan avukatımı bekliyorum. Bu sayede hayata ve dışarıya uzanabiliyorum.
VIII.
Sosyal mesafemiz, siyasal mesafemiz üzerine çokça konuşulan bu dönemde; insanlık için sıfır sosyal mesafeyi savunuyorum, iktidarla siyasal mesafeyi ise her daim 180 derecede tutun diyorum.
Hiçbir maske insanların gerçek yüzünü gizleyemez. Hapishanede bunu çok daha net görüyorsunuz. Bu maskenin ardındaki iktidarı ve niyetlerini nasıl olur da göremezsiniz? Şaşıyor ve uyarıyorum.
Açık cezaeviniz sizin olsun. Ben kapalı cezaevinde onurumla yaşıyorum ve çok da huzurluyum.
Anlık Duygular, Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
13 Nis
BENİM 23 NİSAN MANİFESTOM
(Ütopyam)
Tam altmış yedi yaşındayım. Arada bir “Münteha” da dolaşırım. Çocukluğumla, geçmişimle kavgaya tutuşur, anneanneliğim ve çocukluğum arasında çatışır dururum ben. Eskiyi ararken, şimdiki halimi yerlerde süründürür, suçlarım. Suçladıklarımı Araf’ın kapısından bilinmeyene yollarım.
İzmir’den Ankara’ya taşınmıştık. Yeni ilkokulumda 2. Sınıftayım. Burası Turgut Reis İlkokulu. Hani şu Atatürk’ün kara tahta başında yeni harfleri öğretirken çekilen fotoğrafın çekildiği okul.
Öğretmenim Fatma Hanım bize 23 Nisan’ı anlatıyor. Hepimiz dikkatle dinliyoruz.
“Anlattıklarımdan ne anladınız bakalım? Parmakları göreyim!” Hepimiz parmaklarımızı kaldırmış;
“Ben ben ben!” Diye bağrışıyoruz. Beni seçiyor öğretmenim. Büyümüş de küçülmüş edayla bir çırpıda öğrendiklerime bildiklerimi de katarak yanıtlıyorum.
“Öğretmenim! 23 Nisan 1920 Günü Türk Milletinin iradesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Türk Milletinin egemenliğini bütün dünyaya duyurduğu gündür.” Parmak kaldıran hemen her öğrenci sırayla öğrendiklerini tekrar ediyor.
“Peki, başka?” Yine sıra bende.
“Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk bugünü yarının geleceği olan biz çocuklara armağan etti.”
İlkokulu bitirene kadar her 23 Nisan Günü törenlerdeki yerimi aldığımı gururla söylemeliyim.
Büyüdüm, evlendim. Çocuklarım oldu. Torunlarıma geçmişten geleceğe köprü oldum ama Münteha gezilerimde yine hep çocuk kaldım. Yaşlı ama çocuk ruhlu kaldım hep.
Yirmi yıla yakın bir zamanda kronik muhalifliğime yadırgayanların koltuklarına oturdum.
Bir 23 Nisan Günü Sağlık Bakanı koltuğuna oturttular beni. Sağ yanımda Başbakan, sol yanımda görevdeki sağlık bakanı. Gazeteciler, televizyon kanal muhabirleri, kameralar, spotlar, flaşlar etrafımı sarmış, soru soran sorana. Gün görmüş, deneyimli anneanne aklım çocukluğumun saf halini tetikliyor. Korkusuzca, çekinmeden konuşuyorum.
“Sağlık bakanı olarak önceliğimiz çocuklarımız ve onların geleceği olduğundan Ana ve Çocuk Sağlığı Ocaklarımızı zengin-fakir demeden her mahallede açacağız. Kentin dışında kurulan Şehir hastanelerine müşteri toplamak yerine var olan vakıf, devlet ve üniversite hastanelerimizin alt yapılarını güçlendirerek, en iyi tıbbi aletlerle donatarak daha işlevsel duruma getireceğiz.
Çocuklarımızı geleceğimiz diye gördüğümüze göre onların doğumundan itibaren 0-18 yaş arası aşı ve diğer sağlık sorunlarını sosyal devlet kimliğimizin bize verdiği yetkiye göre bedelsiz olarak karşılayacağız. Çocuklarımızı yetiştiren ve zamanı gelince devletine emanet eden annelerimizi de unutmadık. Çalışan, çalışmayan bütün annelerin gerekli sağlık taramaları, varsa hastalıkları sağlık bakanlığımızca bedava tedavi edilecektir.
Sağlık Bakanlığı olarak epidemik yani salgın hastalıklarda tüm sağlık çalışanları gün yirmi dört saat halkın yanında ve hizmetinde olacaktır. Ayrıca onlara “Koruyucu Hekimlik” alanında hizmet vereceğiz.
Sağlık Bakanlığımız üniversitelerimize kanser, aids, hepatit C gibi çağın amansız hastalıkları konusunda yeni çalışma ve buluşları teşvik edici ek bütçe ayıracaktır. Bu konuda tıp fakültelerindeki öğrencilerimize, doktor, doçent ve profesörlerimize araştırma çalışmalarını daha modern ve donanımlı şartlarda çalışmaları için yeni laboratuvarlar açacağız.
Sağlık personeli yetiştiren kurumlarımızdaki öğrencilerimizin yalnızca teorik olarak değil pratikte de iyi yetiştirilmesi için onları kendilerini insana ve insan sağlığın adamış branş öğretmenlerine emanet ediyoruz.
Salonda bir alkış, bir kıyamet kopuyor ki şaşırıyorum. Oysa bu saydıklarım sıradan ve olması gerek şeyler.
Başka bir salona, Millî Eğitim Bakanlığı koltuğuna oturtuyorlar beni. Milli Eğitim Bakanı oluveriyor çocuk ruhum. Seviyorum ben bu işi. Başlıyorum konuşmaya;
“Yeni atanmış bir eğitim bakanı olarak çocuklarımızın iyi yetişmesi için elimden gelenin en iyisini yapacağımı bilmenizi isterim.
Elbette ki eğitimde öncelik eşitlik dengesidir. Bu yüzden Köy Enstitülerini tekrar kazanma, hayata geçirmek için komisyon oluşturduk. Arkadaşlar çalışmalarına hemen başladılar.
Köy Enstitüleri ülkemizin başına gelen en büyük şanstı. Buradan yetişen öğretmenlerin yetiştirdiği öğrencilerin hemen hepsi aydınlık Türkiye’nin kurulmasında, ilerlemesinde pay sahibidir. Hepsi de en iyi yerlerde söz sahibi olarak kendilerini kanıtlamışlardır. Aydınlanma yolunda Türkiye Köy Enstitüleri sayesinde bütün dünyada saygınlık ve hayranlık kazanmıştır. Ayrıca buradan yetişen ressam, yazar, şair gibi sanatçılar günümüze ışık tutmuşlardır.
Yabancı dille eğitim veren özel okullar dışında kalan diğer paralı eğitime dayalı kurumlar en aza indirilecek.
Yerine mesleki eğitime ağırlık veren okullar açılacaktır. Herkes üniversite okumayacaksa hayata kısa yoldan atılmanın yollarını çocuklarımıza sunacağız.
Dini eğitim almak isteyen çocuklarımızı da düşündük. Lise veya dengi okuldan mezun olduktan sonra bu çocuklarımızı İlahiyat fakültelerine yönlendireceğiz. Atanamayan öğretmenlerimizin yerine gönderilen “Kadrosuz Öğretmen”, “Ücretli Öğretmen” ler yerine o kadroları gerçek sahipleri olan Eğitim fakültelerinden mezun olmuş öğretmenlere vereceğiz.
Çocuklarımızı ezber eğitimden kurtarıp; görerek, duyarak, hissederek ve dokunarak hayatı boyunca unutmayacağı bilgilerle kişilikli bireyler olarak yetiştireceğiz.
Öğretmen yetiştiren okullarda, fakültelerde pedagojik ve psikolojik eğitime ağırlık vererek, öğrencilerimizi sosyolojik olarak da öğretmenliğe hazırlayacağız.
4+4+4 sistemi ne yazık ki ülkemizde tam bir fiyasko olmuştur. Çocuklarımız geçişte iki sistem arasında bocalamış, velilerimizi de kaygılandırmıştır. Yarış atına döndürülen yavrularımız sınavdan sınava koşturularak zaman ve çocukluklarından çalınmıştır. Bu yüzden yabancı dille eğitim veren okullar dışında öğrenciler okullardaki başarılarına göre değerlendirilerek evinin en yakınındaki okullara yerleştirilecektir.
Sağlık meslek liseleri, bölge yatılı okullar dışında hiçbir okul yatılı olmayacaktır. Bu çocuklarımızı koruma amaçlı yapılan bir önlemdir.
İlkokul 3. Sınıftan başlayarak öğrencilere eski sistemde olduğu gibi “Din ve Ahlak Kültürü” derslerinin yanı sıra “Vatandaşlık” görevleri pratik ders olarak verilecektir. Ayrıca her öğrencinin ilgi alanına giren dersler de çoğaltılacaktır.
Sırasıyla bütün bakanların koltuğuna oturmuştum ama aklım Başbakanlık koltuğundaydı.
Altmış yedi yaşımdaki anneanne halim göz kırparak beni yanına çağırıyor. Alnımdan öpüyor, beni kutluyor.
“Haydi sıra Başbakan koltuğuna oturmakta!” Diyor, devam ediyor;
“Asıl şimdi ülkemizin geleceğini sen yazacaksın! Dikkatli ol!”
Ne diyor bu anneanne? Neden kendisi konuşmuyor? Konuşmaz tabii. Bu 23 Nisan benim çocukluğumun bayramı. Haklı! Belki de bir şeylerden korkuyor. Oysa hiç de öyle görünmüyor. Gazetecilerin, yazarların, muhaliflerin usulsüz olarak, kendilerince suçlar yüklenerek hapse atılmalarından korkuyor olmalı.
“O konuşmazsa ben konuşurum.” Diyorum iç sesimle. Nasıl olsa çocuk saflığıma büründüm bir kere.
Başbakan koltuğuna oturduğumda halkıma gösterecek bir yüzüğümün bile olmadığını fark ediyorum.
Ben bu koltuğa Atatürk’ün kurmuş olduğu Cumhuriyet’in bana verdiği haklardan dolayı oturabildiğimin bilincindeyim. Her oturanın da benim gibi topraklarını, bu topraklarda yaşayanları ayırım yapmadan, çıkar peşinde koşmadan, kul ve yetim hakkı yemeden kucaklamalarını istiyorum.
Bugün 23 Nisan! Henüz içim neşeyle dolmuyor benim.
Çocuk Başbakan oldum.
Bundan böyle benim çocuk iktidarımda;
Bu ülkede çocuklar ezilmeyecek!
Çocuk işçiler olmayacak!
Kız çocuklarına gelinlik giydirmek yerine ellerinde mürekkep lekeleriyle dolaşmaları sağlanacak!
Çocuk tecavüzcülerine yasaların emrettiği en ağır cezaların verilmesinin hayata geçirilmesini onaylayacağım.
Çocukları zekalarına, haylazlıklarına, tembel veya çalışkanlıklarına göre sınıflandırmayıp, aynı okul sıralarında eşit koşullarda eğitim almaları sağlanacak!
Kadınlara yapılan her türlü şiddetin, cinayetlerin önünde yıkılmayan bir duvar olacağız!
Kadınları eve kapatan zihniyetin karşısında durarak, onların üretime katkıları sağlanacaktır.
Çiftçi ve köylünün ülke insanlarımızın üzerindeki emeği tartışılmaz. Bir ekmek diliminin buğday tanesinden soframıza gelene kadar olan ve aylarca süren yolculuğunu düşünürsek, onlara çok şey borçlu olduğumuzu da biliriz. Onlara bedava tohum, fidan ve mazot verip, Ziraat Bankası’nın kuruluş amacına uygun kredileri yerine ulaştırmaları sağlanacak!
İşçiler için sendika kanun ve tüzüklerini yeniden gözden geçirerek, çalışma şartlarını, kurallarını onların yaşamlarını en iyi şekilde sürdürmelerine olanaklar sunacağız.
Özellikle maden işçilerinin çalışma koşulları, ücret ve sağlıkları için sendikalar uyarılacaktır. Özel madencilik için ruhsat alabilme şartları işçiyi korumaya yönelik zorlaştırılacaktır.
Öğretmen ve öğretim görevlileri maaşlarına yeni düzenlemeler getirilerek bu mesleğin kıdem ayağına göre en üst düzeye çıkarılması öngörülecektir.
Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde Denizcilik Bakanlığı kurulacaktır.
Halkın haber alma özgürlüğüne kısıtlama getiren devlet yöneticilerinin, adalet ve hukuk karşısında özel hayatı ilgilendiren konular haricinde gazetecilerin usulsüz, yargısız, keyfi suçlamalarla hapislere girmeleri (kışkırtıcı ve halkı galeyana getiren savaş haberleri dışında) önlenecektir.
Bugün 23 Nisan! İçim neşeyle dolmuyor işte! Söyleyeceklerim, yazacaklarım hiç bitmez benim.
Altmış yedi yaşındayım. Çocuk ruhumu okşayıp, seviyorum. Hep çocuk kalmak istiyorum.
Ruhun şad olsun Atam! Nine de olsam bana, çocuklarıma, torunlarıma armağan ettiğin Türkiye için, Cumhuriyet için ve bu güzel bayram için teşekkür ederim ATA’m!
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
03 Nis
Aziz NESİN anlatıyor:
“1948 Mayıs’ının bir günü,
Evime gelen polis savcılıktan istendiğimi söyledi.
Gittim.
Savcı, bir paket içinden ince altın çerçeveli bir gözlük çıkardı.
Gözlüğün çerçevesi ve camları kırıktı.
-Bu gözlüğün kime ait olduğunu biliyor musunuz? dedi.
Hemen tanımıştım…
Sabahattin ALİ’nin gözlüğü…
İşin iç yüzünü anlayamadığım için,
Belki yanılabilirim diye,
-Bilmiyorum, dedim.
Savcı bu sefer paketten bir dolmakalem çıkardı.
-Bu dolmakalem kimin biliyor musunuz?
-Bilmiyorum.
Önce kana bulaşmış Puşkin’in Almanca bir kitabını,
Sonra yeşil mürekkeple yazılmış bir defter gösterdi.
El yazısını görünce,
-Bu yazı Sabahattin ALİ’nin, dedim.
-Hep yeşil mürekkep kullanırdı.
El yazısını da tanırım…
Savcı;
Açık kahverengi,
Damalı spor kumaştan,
Ceket ve golf pantolonunu gösterdi.
Elbise kan içindeydi.
Çok iyi bildiğim Sabahattin’in elbisesiydi.
-Sabahattin’in elbisesi, dedim.
Ağlamaya başladım…
Savcı ağladığımı görünce açıkladı:
-Bulgaristan sınırında köylüler bir ceset bulmuşlar,
Üstünden bunlar çıkmış.
Sabahattin ALİ’nin olduğu tahmin edildi.
Yakın arkadaşlarına eşyalarını gösterip soruyoruz…
-Bir cinayet mi? diye sordum.
-Henüz hiçbir şey bilmiyoruz, dedi.
-Başına odunla vurulup öldürüldüğü söyleniyor.
Tahkikatın selameti açısından,
Bundan kimseye söz açmamanızı rica ederim…”
Kimseye söz açmadı Aziz NESİN…
Yakın bir zamanda tüm Türkiye duydu ama…
Hatta tüm dünya…
2 Nisan 1948′di,
71 yıl önce bugün.
O kara gün…
Kendisini Bulgaristan’a kaçıracak rehberi,
Ali ERTEKİN itiraf etti öldürdüğünü…
Kızını ve eşini Halet ÇAMBEL’e emanet ederek,
31 Mart sabahı,
Bir süre önce satın alıp nakliye işi yaptığı kendi kamyonu
ve güya Bulgaristan’a kaçırmak için ona rehberlik edecek,
Ali ERTEKİN’le birlikte yola çıktılar.
Yanına sadece küçük bir çanta aldı ALİ.
Kırklareli’nde peynir alma bahanesiyle,
Kamyon şoförünü şehir merkezinde bırakarak,
Orman yoluna vurdular.
Sonra Sabahattin ALİ’den bir daha haber alınamadı.
Cesedini köylüler,
Kafası taşla ezilmiş bir şekilde buldular…
Sabahattin ALİ’yi öldürdüğünü itiraf eden,
Katil zanlısı Ali ERTEKİN,
Cinayeti milli duygularla işlediğini belirtti
ve kısa bir süre yattıktan sonra salıverildi…
Biraz daha uzun yaşasa,
Kim bilir ne eserler verecekti kuşkusuz…
“Aldırma Gönül”ün,
“Leylim Ley”in devrimci şairi;
“Kuyucaklı Yusuf”un,
“İçimizdeki Şeytan”ın,
“Kürk Mantolu Madonna”nın
ve daha birçok muazzam eserin yazarı, şairi…
Sabahattin ALİ,
Bugün öldü dostlar…
Katledildi…
Öldürüldü…
2 Nisan 1948′de…
“Bir gün kadrim bilinirse.
İsmim ağza alınırsa.
Yerim soran bulunursa.
Benim meskenim dağlardır dağlar…”
Seni düşündüğümüzde Usta,
Seni andığımızda,
Melânkoli alır başımızı,
Özleriz seni buram buram,
İçimizde hep bir sızı…
Biz sana yine vurgunuz be Usta…
Biz yine sana vurgunuz…
Ruhun şad olsun…
Saygıyla…
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Mar
Koronavirüs Enfeksiyonundan Korunmaya İlişkin Bilgi Notu
ttp://www.ttb.org.tr/405yi04
Nasıl korunabiliriz?
Solunum yolu enfeksiyonlarının bulaşma riskini azaltmak için yapılan öneriler yeni koronavirüs hastalığı için de geçerlidir.
Hasta insanlarla temastan kaçınılmalıdır (mümkün ise en az 1 m uzakta bulunulmalı).
Özellikle hasta insanlarla veya çevreleriyle doğrudan temas ettikten sonra eller sık sık yıkanmalıdır.
Eller yıkanmadan ağız, burun ve gözlerle temas edilmemelidir.
Eller, en az 20 saniye boyunca sabun ve suyla yıkanmalı sonrasında kurulanmalıdır.
Antiseptik veya antibakteriyel içeren sabun kullanmaya gerek yoktur, normal sabun yeterlidir.
Sabun ve suyun olmadığı durumlarda alkol bazlı el antiseptiği veya kolonya kullanılmalıdır.
Elde görünür bir kirlenme olmadığı sürece el antiseptikleri, el yıkama kadar etkilidir. Ancak elde görünür bir kirlenme olduğunda ellerin mutlaka yıkanması gerekir.
Maske ne zaman kullanılmalı?
Sağlıklı kişilerin maske kullanmasına gerek yoktur.
Herhangi bir viral solunum yolu enfeksiyonu geçirmekte olan kişinin öksürme veya hapşırma sırasında burun ve ağzını tek kullanımlık kağıt mendil ile örtmesi, kağıt mendilin bulunmadığı durumlarda ise dirsek içini kullanması gereklidir.Hasta kişilerin mümkünse kalabalık yerlere girmemesi, eğer girmek zorunda kalınıyorsa tıbbi maske kullanması önerilmektedir. Maskeyi çıkarıldığında hemen çöpe atılmalı ve eller yıkanmalı veya antiseptikle temizlenmelidir.
Hasta olmayan kişilerin maske kullanmasına normalde gerek yoktur. Sadece yeni koronavirüs hastalığını geçirenlerle temas edenlerin (sağlık çalışanları, hasta ile aynı evde yaşayanlar) maske takması gerekmektedir. Bu durumlarda kullanılacak maskelerin cerrahi/basit/tıbbi maske olması yeterlidir.
N95 veya FFP2 türü maskeler sağlık çalışanları tarafından sadece özel koşullarda (hastanın solunum cihazına bağlanması gerektiğinde..vb) kullanılmalıdır.
Eldiven giymeli mi?
Hayır. Eldiven, sadece sağlık çalışanları tarafından hastanın bakımı ve muayenesi sırasında kullanılır. Sağlık çalışanları dışındaki kişiler eldiven kullanmamalıdır. Bunun en önemli nedeni, eldivenlerin uygun şekilde kullanılmadığı durumda hastalığın daha çok yayılmasına neden olmasıdır.
Eldivenlerin uygun kullanımı, sağlık çalışanlarına verilen eğitimlerle sağlanmaktadır. Sağlık çalışanları dışındaki kişilerin eldiven kullanması uygun değildir.
Eller, hastalığın bulaşmasında çok önemlidir ve bulaşı azaltmanın yolu ellerin su ve sabun ile yıkanmasıdır. Sabun ve suyun olmadığı durumlarda alkol bazlı el antiseptiği veya kolonya kullanılmalıdır.
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
08 Mar
Tırnaklarını etine geçir bağırma
Isır kanat dudaklarını parçala
Bırakma yaşamayı bırakma umudu
Daha çok yok sabaha
Yorulur gövdene inen sancılar
Acılar bakır
Beklemeyi bil
Başkaldırır gövden başkaldırır
Susar
Önce öleceğim sanacaksın
Direnmen bitsin diye uğraşacak sancın
Gitgide sıklaşacak kamçılar
Sessiz ağlayacaksın
Unutacaksın başın nerde, nerde ayakların
Bin kollu bir boşluk beyninde
Dünyadan uzaksın
Kim duyar sesini haykırsan
Gücünü tüketme
Dayan bir sınav bu
G ü l ü m s e
SENNUR SEZER
Özlemle, saygıyla
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
02 Mar
Bugün 8 Mart!
Bundan yıllar önce, zemheri ayazının henüz el-ayak çektiği, cemrelerin yerine ulaştığı günlerden birinde genç kadın biricik oğlunu dünyaya getirmişti. Onu ilk kucağına aldığında, kokladığında içinden geçen yakarışları gökyüzüne karışıyordu.
Ve destanlar yazsın oğulcuğu diye Gökçe koydu adını. Doğruya, güzele, iyiye doğru aksın, Fırat mavisi gibi huzurlu olsun diye Gökçe Fırat’ı örseledi belleklere.
Bekledi annesi. Hep bekledi. İlk anne demesini, ilk adımını atmasını, okula başlamasını, okulları bitirmesini hep bekledi. Analar sabırlıdır. Her çocuk gibi sokaklarda oynadı, dizlerini kanattı, bazen de ağladı Gökçe Fırat.
Okullarını da bitirdi. Annesi yaşadığı topraklara, topluma yetiştirdiği biriciğini artık devlete emanet edebilirdi.
Gökçe Fırat doğruluktan ayrılmayan, gerçekleri söylemekten çekinmeyen biriydi. O gittiği dokuz köyden kovulmamıştı ama gelin olmuş sarımsağın kokusunu ortaya çıkardıkça birileri rahatsız oluyordu. Susmalıydı. Konuşmamalıydı, yazmamalıydı ama nasıl? Kanıtlanmamış, uydurulmuş, yakıştırılmış gerekçeler ne güne duruyordu? Zaten son yıllarda gazetecilere, yazarlara, vatanseverlere yapılanlar da böyle değil miydi?
Silivri ne güne duruyordu ki?
Gökçe Fırat 1284 gün, 30 milyon 360 saatten fazladır Silivri’de tutuklu diyorlar.
Gökçe Fırat’ın bedeni Silivri’de. Doğrudur. Duygu ve düşüncelerini tutsak edebildiniz mi? Demir parmaklıklardan gökyüzüne Fırat’ın mavisine karışan fikirlerini yakalayabildiniz mi?
Anneler hep bekler! Sevenler hep bekler.
Bugün 8 Mart!
Gökçe Fırat’ın doğum günü. Yine senin muhteşem pastandan yiyeceğiz. Ben de seni bekleyeceğim Kardeşim. Seninle karşılıklı Zeybek oynayacağız. Dizlerimizi yere çarparak, yüreklerimize vura vura oynayacağız. Yarınlarımızı aydınlatarak, bağıra bağıra zindan türkülerini söyleyeceğiz.
Ve ben sana Nazım Hikmet’ten okuyacağım.
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun…
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik.
Gözledik…
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta…
Hoş geldin.
Yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM…
Doğum günün kutlu olsun Gökçe!
Anlık Duygular, Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
02 Mar
7 Mart 2020 Cumartesi
Uludağ Salonu
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Etkinlikleri Kapsamında
14.00-15.00
Söyleşi: “Edebiyatımızın İçinden Kadın Yazarlar
Yöneten: Halil İbrahim Özcan
Konuşmacılar: Şafak Pala “Nezihe Meriç”,
Pelin Yılmaz “Sevgi Soysal” ,
Tülin Dursun “Sennur Sezer”
Düzenleyen: PEN
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
14 Şub
2020 PEN DUYGU ASENA ÖDÜLÜ “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”na:
Ülkemizde şimdiye dek görülmemiş bir süreçten geçiyoruz. Hak ve hukukun çiğnendiği, parlamenter rejimin yok sayıldığı, işsizliğin ve enflasyonun her geçen gün tırmandığı, savaşlardan medet umulduğu bir ortamda her gün kadınlar erkekler tarafından öldürülüyor. 2019 Yılında Türkiye’de 474 Kadın öldürüldü. En az 166 kadın cinsel saldırıya uğradı, yine en az 96 çocuk istismar edildi.
PEN Türkiye Merkezi her yıl Kadın konusunda bilinçli çalışmalarda bulunan bir insana ya da kuruma PEN Duygu Asena Ödülü ‘nü verir. Kadın Hakları hareketinin öncülerinden Sevgili Duygu Asena adına kurduğumuz bu ödülü bu yıl Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na verme kararı aldık.
On yıldır Türkiye’de kadın cinayetleri gerçeklerini aydınlatmak için kayıt tutan, kadın cinayeti verilerini derleyerek her ay kamuoyu ile paylaşan bu platform kadınların şiddetten korunmasını sağlamak için çalışıyor. Başta yaşam hakkı olmak üzere her tür kadın hakkı ihlaline karşı mücadele ediyor.
“Kadın cinayetlerinin” toplumsal bir sorun olduğu gerçeğini onlar ortaya çıkardı. Bir yanda kamuoyunu bilinçlendirirken bir yandan da tüm siyasi görüşlerin ve toplumun bu sorunu sahiplenmesini sağladılar.
“Sessiz kalmayalım, asla yalnız yürümeyelim,” diyerek, Ankara, Balıkesir, Bitlis, Bolu, Bursa, Erzincan, Eskişehir, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Konya, Manisa, Muğla, Niğde, Samsun, Tekirdağ, Tunceli ve Yalova’da temsilciliklerini kurdular.
2020 PEN Duygu Asena Ödülü’nü sevgiyle, saygıyla Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformuna sunarken, onlara bir kez daha güç diliyoruz.
PEN Türkiye
Ödül Törenimiz
4 Mart 2020 Çarşamba Saat: 18.00- 20.00 arası
Goethe İnstitüt’ de
KADIN CİNAYETLERİNİ DURDURACAĞIZ PLATFORMU’na sunulacaktır.
Adres: Beyoğlu Yeni Çarşı cad. No: 32 Tel: 0212 249 20 09
Anlık Duygular, Duyuru/Etkinlik kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
09 Şub
Yüzünü sevdim saçını sevdim
Tişörtlerin ve gece elbisen
Dünya’ya dair ne varsa iş savaş
Hepsini bıraktım seni daha fazla sevmek için
Ve artık gittin, artık gittin
Kalbi kırıp da onu yeni yapan sen,
sanki hiç yokmuşsun gibi(1)
Kim devam ediyor, kim kimi kandırıyor?(2)
Ruh hallerini sevdim, yolu sevdim
Her günü tehdit ederler.
Güzelliğin bana hükmetti, gerçi biliyordum
Görünenden daha hormonal bir şeydi.
Artık gittin, artık gittin
Sanki hiç yokmuşsun gibi
Sünbülün Kraliçesi, mavinin kraliçesi(3)
Kim devam ediyor, kim kimi kandırıyor?
Yüzünü sevdim saçını sevdim
Tişörtlerin ve gece elbisen
Dünya’ya dair ne varsa iş savaş
Hepsini bıraktım seni daha fazla sevmek için
Artık gittin, artık gittin
Sanki hiç yokmuşsun gibi
Beni ölürken tutup ardı sıra çeken
Kim devam ediyor, kim kimi kandırıyor?
Kim devam ediyor, kim kimi kandırıyor?
LEONARD COHEN
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
01 Şub
PEN Yazarlar Derneği’nin 2020 Olağan Genel Kurulu 31 Ocak Cuma günü
İstanbul’da Ortak Yaşamı Geliştirme Vakfı salonunda yapıldı. Başkanlığa
yeniden Zeynep Oral seçildi.
1921′de Londra’dan yola çıkan “PEN Dünya Yazarlar Kulübü” edebiyatı
yüceltmek ve dünyanın neresinde olursa olsun düşünce ve ifade özgürlüğünü
savunmak, korumak ve yaymak için çalışır; 102 ülkede 145 özerk merkezi;
20 bin üyesi vardır.
1950′de Halide Edip Adıvar’ın öncülüğünde “Türk PEN Kulübü” adıyla kurulan
PEN Türkiye Merkezi, 12 Eylül 1980 askerî darbesi üzerine kapanmış, 1989′da
Yaşar Kemal’in öncülüğünde hayata döndürülmüştür.
PEN Yazarlar Derneği’nin önceki günkü Olağan Genel Kurul’da Divan A.Sırrı
Özbek (Başkan), İlyas Orak (Yazman) ve Ömer Akın’dan oluştu. Başkan Zeynep
Oral dönemin çalışma raporunu sundu. Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı
Adnan Özyalçıner ifade özgürlüğü odaklı bir konuşma yaptı.
Yapılan seçimle görev dağılımı şöyle belirlendi:
Yönetim Kurulu: Zeynep Oral (Başkan),
Halil İbrahim Özcan (İkinci Başkan)
Tülin Dursun (Genel Sekreter),
Tarık Günersel (Uluslararası İlişkiler Sekreteri)
Zeynep Aliye (Sayman),
Haydar Ergülen (Üye)
Sevin Okyay (Üye);
Denetim Kurulu: Zülfü Livaneli, Şenel Gökçe ve
Ahmet Çakmak;
Onur Kurulu: Deniz Kavukçuoğlu, İnci Aral ve İkna Sarıaslan.
Duyuru/Etkinlik kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
12 Kas
ŞİİR BARIŞA GİDEN YOLDUR.
KADIN DA…
Haziran 2011’de Colombia’nin Medellin şehrinde, aralarında ülkemizden Ataol Behramoğlu’nun da bulunduğu birçok ülkeden 37 şair tarafından kurulan Dünya Şiir Hareketi (World Poetry Movement/WPM), öncülük ettiği şiir okuma etkinlikleriyle dünya ölçeğine önemli ve etkin bir sivil toplum kuruluşu kimliği kazanmıştır.
Dünya Şiir Hareketinin çağrısıyla dünyanın pek çok ülkesinde eş zamanlı olarak düzenlenen etkinlikler, bu yıl Kasım ayı içinde “Şiir Barışa Giden Yoldur” başlığı altında gerçekleştirilmektedir. (Şairlerimiz ve ilgilenenler https://www.wpm2011.org internet sitesinden bu hareket ve etkinlikler hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler.)
“Şiir Barışa Giden Yoldur” etkinlik zincirine İstanbul’dan eklenecek halka “Şiir Barışa Giden Yoldur. Kadın da…” başlığı altında Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfınca, Pen Yazarlar Derneği’nin katılımı ve Şişli Belediyesi’nin katkısıyla Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde 18 Kasım 2019 saat 19.00’da düzenlenecektir.
Etkinlikte günümüz Türk şiirinin önde gelen temsilcileri yer alıyor. Dünya Şiir Hareketi Yönetim Kurulu’ndan Ataol Behramoğlu ile İstanbul’dan şair Turgay Fişekçi’nin destek verdiği ve şair Nurduran Duman’ın yürüttüğü etkinliği, İstanbul Devlet Tiyatrosu sanatçısı Gerçek Alnıaçık sunacak. Şairlerin barışa giden yola şiirden seslerini harf harf döşeyeceği akşam müzikle de bütünleşecektir.
Etkinlikte seslerinden barış şiirleri dinleyeceğimiz şairler; Pelin Batu, Gülsüm Cengiz, Nurduran Duman, Aslı Durak, Tülin Dursun, Gülseli İnal, Arife Kalender, Hilal Karahan, Çağla Meknuze, Nilay Özer, Pelin Özer, Leyla Şahin.
Katılımınız barışa giden yolda önemli bir katkı olacaktır.
Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı
Telefon: (0212) 221 73 15
Email: nazimhikmetvakfi@gmail.com
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Kas
18 Kasım saat 19.00′da
Şişli NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ’nde
Değerli Şairimiz Ataol Behramoğlu önderliğinde
DÜNYA ŞİİR ETKİNLİĞİ
Dünyanın her yerinde, aynı anda…
“BARIŞA KOŞAN KADINLAR” etkinliğimize edebiyat sever herkes davetlidir.
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Eki
(İlk mesleğimi hep ilk göz ağrısı ve vicdanımın sesi olarak görmüşümdür. Bu belki bana bazı güçler tarafından verilen bir ayrıcalık ödülüdür. Sabrım ve suskunluğum belki de meslek etiğidir. )
Psikosomatik hastalıklar, bozukluklar deyince hemen tepki gösterişimiz belki anlamını bilmediğimiz teşhise verilen isimdir.
Hemen hepimiz mutlaka bir veya birden çok doktora gitmişizdir. Farkında olduğumuz veya hissettiğimiz hastalıklarımız bizi buna mecbur kılar.
Doktordan beklentilerimiz çoktur. Hastalığımıza tanı koyması, ilaç yazması veya ameliyat etmesi gibi. Genelde tanı konur. Umarı vardır veya yoktur ama mutlaka bir tanı konur. Hastalığın nedenlerini de söyler doktorlar. (İçinde bulunduğumuz çağda hastalık nedenini “Esansiyel” olarak değerlendiren pek fazla doktor da kalmadı zaten.) Hastalığın nedeni bilinmiyorsa esansiyel denir.
Bunun dışında psikosomatik dediğimiz rahatsızlıklar vardır. Ve tıpta bir tanının yani teşhisin içine psiko kelimesi ekleniyorsa rahatsız oluruz. Arkadan sorumuz gelir.
“Ben deli miyim?”
Oysa psikonun anlamı ruhsal olmakla beraber yanına aldığı eklerle beraber anlam kazanır. Ruh ve beden arasındaki ilişkiyi bize anlatır.
Bilmem hiç duydunuz mu? Çok eski zamanlarda akıl hastalıkları trepanasyon dediğimiz bir yöntemle tedavi edilirmiş. Otama şekli ne kadar ilkel olursa olsun, bu yöntemi kullanan toplumların inanç-gelenek-yaptırımlarını asla sorgulama lüksüne sahip değildik. Trenapasyon tedavisinde ruhsal davranış bozuklukları olan kişilerin beyinleri matkap gibi delici bir aletle kesilir, içindeki kötü ruhlardan kurtarılırdı. (Baş derisi kaldırılır, beyin zarı ve beyine zarar vermeden bu operasyon gerçekleştirilirdi.)
Elbette bu günkü koşullara, tıbbın ilerlemesine göre bunlar batıl inançlara göre yapılan tedavi şekillerinden biridir. Antropologlara göre bu tedavi şekli özellikle Afrika’da bulunan bazı kabilelerce hala uygulanmaktadır.
Psikosomatik bozukluklar hemen herkes için bir hastalık olabilir. Yeter ki hastadaki bulgular ortadan kaldırıla bilinsin.
Bulgulara baktığımızda yaşadığımız stres, içsel kaygı ve sıkıntıların dışa vurumu olabilir. Bu hastalıkların zamanla bedenimize de zarar verdiğini görüyoruz.
İşte bu psikosomatik bozuklukları olanları önce ruhsal yönden sıkı bir terapiye yönlendirmeliyiz.
Fizyolojik olarak yakınmamız bizim illaki organik bir rahatsızlığımızın olduğunu göstermez.
Beden yani somatik bozukluklarda ağrılar, sindirim sistemi rahatsızlıkları, cinsel bozukluk belirtileri, nörolojik bozukluklar olabilir.
Burada hasta kişiye en büyük yardımı yakınları yapmalıdır. Bunu yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta ise; hasta olan kişinin hastalığı bahanesiyle yakınlarını ısrarla kullanmasının önüne geçmektir. Özellikle anne-babalar çocuklarının yaşını göz önüne alarak hareket etmelidir. Örnek verecek olursak, altını devamlı ıslatan bir çocuk için sabır ve doktor kontrolü nasıl şart ise; ergen ve yetişkin çocuk ve eşler için de davranış ve tutumlar sevgi ve sabırla sergilenmelidir.
Psikosomatik bozukluklarda birey ve endişeye kapılan yakınları kendilerini gerçek bir hasta gibi görür ve hissederler. Bu tip hastalar kendilerini etrafındakilere de ” gerçek hasta” gibi tanıtırlar. Bu tip hastalarda semptomları yani belirtileri tedavi ile yok ettiğinizde bile kişi kendini yine hasta olarak görmeye devam eder. Ağrıları vardır. Kendini hep kötü hisseder. Mutlu değildir. Mutsuzluğunun nedenini ilişkisinin en yoğun olduğu kişiye yüklemekten asla çekinmezler. Eğer hastamız yetişkin ve özellikle de kadınsa çok daha fazla dikkatli olmakta yarar vardır.
Yorgunluk, sırt ağrıları, eklem iltihaplanmaları, karın ağrıları, yüksek ateş, tansiyon ve daha fazla şikayetler gördüğümüz bu hastalık bedende farklı bir organı, bölgeyi etkiler.
Doktorlar psikosomatik bozukluk tanısı koymak için bazı kriterleri göz önünde bulundurur.
a) En az dört ağrının olması ( baş, karın v.s)
b) Sindirim sisteminde bulantı, kusma, şişkinlik,
c) Cinsel fonksiyonlarda isteksizlik, değişim,
d) Nörolojik bozukluk. ( ekstremitelerde güç kaybı, denge bozukluğu, yutma güçlüğü, çift görme v.s)
Bu tip hastalıklarda hasta bireyin en büyük yardımcısı yakınlarıdır. Yakınlar hastaya karşı bir hemşire titizliğinde profesyonelce yaklaşmalı, varsa ilaç ve konuşma terapilerini aksatmamalıdır.
Sağlıklı, sorunsuz yarınlarınız olması dileğimle…
Tülin Dursun
Günce kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
10 Eki
Anne üzgün baktı babaya;
“ Günlerdir doğru dürüst bir şey yemiyor oğlan. Acaba bir doktora götürsek mi diyorum?.”
“ Oğlan aslan gibi. Artık ikinci sınıfta. Sen rahat bırak da yesin. Varma bu kadar üstüne.”
Anne sustu. Baba işine gitti.
Murat kahvaltıya oturdu. Çok az yedi. Annesi üzüldü;
“ Neden az yedin yine?. Diye sitem etti. “ Bak kemiklerin sayılıyor neredeyse. Şimdi çok ye ki büyüyesin!.”
“ Canım istemiyor anne.” Annesine diyemedi;
“ Nasıl olsa dünyadaki bütün çocukları öldürüyorlar; yemesem de olur.” Diyemedi.
Masadan kalktı. Okul servisine yetişmek için aceleyle çıktı dışarıya. Servise binerken düşünceliydi. Şu büyükleri bir türlü anlamıyordu. Hem,” Her şeyimiz çocuklarımız” diyorlar; hem de çocukları öldürüyorlardı. Demek savaşlar çocuklar için yapılıyordu. Çünkü savaşta hep çocuklar ölüyordu.
“ Ya bizim buralarda da savaş olursa?.” Diye korktu Murat. Babası güçlüydü, onu korurdu.
İçinde başka bir ses duydu;
“ Onların da babaları vardı ama, öldüler.”
“ Benim babam da, asker amcalarım yan yana gelir; bizi korur.” Dedi yine çocuk.
İçindeki ses dürttü düşüncelerini;
“ Büyüklerin de büyüğü var.”
“ O zaman en büyüğe bizi korumasını söyleriz.” Dedi Murat.
Okulda öğretmen, barışın güzelliğini anlattı o gün öğrencilerine. Murat sordu öğretmenine;
“ Büyükler bu güzelden anlamıyorlar ki; barış istemiyor. Neden?”
Yutkundu öğretmen. Bu yaştaki çocuğa verecek yanıt bulamadı. Haklıydı Murat.
“ Boş verin öğretmenim. Ben neden olduğunu biliyorum.”
“ Neden?.” Dedi öğretmen.
“ Çocuklar başlarına bela olmasın da ölsünler diye. Dünya hep onlara kalsın diye!.”
……
Gece rüyasında; beyaz giysili, ak sakallı bilgeyle karşılaştı Murat. Bilge sordu;
“ Murat sen savaşların çocuklar için yapıldığına mı inanıyorsun?”
“ Evet. İnanıyorum.” Dedi Murat. Sonra devam etti içini çekerek;” Savaşlar, çocuklar yok olsun diye yapılıyor. Onlara yaşam hakkı tanımıyor aç gözlü, büyük ülkeler. Kendi çocuklarının karnını doyurabilmek için bizim yaşamlarımızı çalıyorlar.”
“ Sen tahminimden de çabuk büyümüşsün Murat!.” Dedi bilge adam.
“ Savaş bizi yok ettiği gibi; erkende büyütüyor!.” Dedi Murat.
Bilge adam gitmişti.
Tank seslerini duydu. Ateş ediyorlardı bahçelerine. Anneler, babalar çocuklarını kucaklamış, kaçıyorlardı. Sığınacak bir yer arıyordu çoğu. Annesinin sesini duydu;
“ Murat, oğlum sığınağa koş!.” Ne sığınağı?.
“ Evin bodrumuna koş oğlum!.” Çocuk koştu. Sığınağın kapısı açılmıyordu. Kapıcıya o kadar da tembihlenmişti. Hani bu adam sivil savunma derslerine gidip, sertifika almıştı?.
“ Babana seslen. O açabilir. “ Dedi anne.
“ Unuttun mu, babam savaşta anne?.”
“ Bizi kurtarmak içindir oğlum!.”
“ Başka babalarla bir olup; bizi korurlar mı anne?.”
“ İnşallah oğlum.” Dedi annesi ümitsiz bir sesle.
“ Anne burası sığınak değil; kazan dairesi.”
“ Biliyorum oğlum!.”
Uzaktan gelen ateş seslerinin yaklaştığını duyuyordu çocuk. Annesine sokuldu. Sarmaladı annesi oğlunu.
Aç kalan arkadaşlarını gördü. Daha önce yüzlerini hiç görmediği, milyonlarca arkadaşı vardı. Ağlaşıyordu hepsi. Ve hepsi de açtı. Çoğu yaralanmış; elleri, ayakları kopmuştu. Kan bulaşmıştı toprağa. Topraktaki kan kokusu dünyaya yayılmaya başlamıştı. Kan kokusuna, çocukların ölüm korkusunun kokusu da karışınca çok pis koktu evren.
Ufak bebeklerin sütleri de kalmamıştı annelerinin memelerinde. Murat çok ağladı onlar için. Annesinden onlara yiyecek vermesini istedi.
“ Bizim de hiç kalmadı!.” Dedi annesi. Çocuk annesine kızdı;
“ Buzluğa sakladığın yiyecekleri çıkar o zaman!.” Dedi annesine.
“ Elektrikler kesilince, hepsini çöpe attım!.” Dedi kadın. Çocuk ağladı arkadaşlarına, milyonlarca arkadaşına mahcup bir şekilde eğdi başını önüne.
Bilge adam göründü yine;
“ Şimdi ne düşünüyorsun Murat?.” Diye sordu.
“Milyonlarca arkadaşım, ben, biz. Herkes aç ve korumasız!”
“ Sen de bir şeyler yap o zaman!.”
“ Ben çok küçüğüm, ne yapabilirim ki?.” Diye itiraz etti çocuk.
“ Ama düşüncelerin çok büyük!.” Dedi bilge adam.
“ Ne yapmalıyım sence?.”
“ Sen bulacaksın onu!.”
Ateş sesleri iyice yaklaştı. Alevler sardı etrafını. Babasını gördü, elinde kocaman tüfekle. Babasına ateş ediyorlardı. Gözlerinin önünde çaresiz, oğlunu koruyamayan babası öldürülüyordu.
Annesi bir köşeden babasına el uzatıyordu. Büyük ülkelerin askerlerine yakalanmamak için gizlice yapıyordu bunu. Sığınağın en korumalı yerine saklamıştı annesi oğlunu. Babasına bir kez daha el uzattığını gördü annesinin.
Büyük ülkelerin kuvvetli askerleri; çocuklarını koruyan büyük ülkelerin babalarıyla beraber, küçük ülkelerin çocuklarını koruyamayan anne ve babalarını öldürdüğünü gördü. Annesi, babası da ölmüştü. Alevler giderek büyüdü. Murat’ ın her tarafını sardı.
“ Oğlum, canım oğlum!. Uyan artık, bak yanındayız.”
Murat uyandı. Savaş yoktu. Annesinin kızarttığı ekmeklerin kokusunu duyumsadı. Yataktan fırladı. Camdan dışarı baktı. Her şey dün gece bıraktığı gibiydi. Elini yüzünü yıkamak için banyoya girdi.
Kahvaltısını yaptı. Kimseyi üzmedi. Anne, baba çok sevindiler. Murat masadan kalkarken, biraz kahvaltılık daha aldı.Annesine;
“ Anne, her gün bu kadar alıp ta, arkadaşlarıma yani; Irak’ taki, Filistin’ deki, Afrika’ daki, dünyanın her tarafındaki korumasız çocuklara biriktirebilir miyim?.” Sonra devam etti;
“ Siz artık bizi koruyamıyorsunuz!. Biz arkadaşlarla birlik olup, sizi koruyacağız. Dünyanın yaşlanmasına, büyük ülkelerin eline kalmasına seyirci kalmayacağız!.” Çocuk okul servisine yetişmek için çıktı dışarı. Aklında bilge adamın dedikleri vardı.
Çocukları küçük kurşunlarla öldürmüyorlardı ki!
“ Sen de bir şeyler yapabilirsin.”
tülin dursun “ISIRGAN OTLARIM” 2005 Nisan
Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
07 Eki
nefes uzaklığı gecelerim
üşüyor yokluğunda.
limansız ruhum
suküt içinde
hırçın dalgalarında…
olmamalıydı
“asla” derken;
kara gözlerinde
hapsolan hüznün
alevlere sarıyor
içimi…
çocuk masumiyetinde
bekleyişler hazırlanırken
gitmelere
yağmur damlası içmiş
manolya solgunluğunda
heceliyorum
ismini…
giderken yüklenip
ruhumu yüreğine;
“sen bende kal”
diyemedim.
günâhıma işleyemeden
aşkını
kayıverdin bir yıldız
uzaklığında benden…
ve
şimdi
anlamı kalmadı
sensiz şiirlerin…
Delice [zamansız-mekansız]
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
29 Tem
God gave his eyes
To children
So that grown-pus might shape up.
Children put on white clothes
That smelled of peace.
Children with God’s eyes
Could not talik sense to grown-ups.
They could not say, “Stop it!”
To bloodshed,
Could not shed teras
To proverty.
On their neighborhoods
They played games
Throwing stones fearlessly.
On their hands orange blossoms
That neve bloomed.
They never knew the taste of apples
The children with God’s eyes…
The gates of brotherhood
Could never be opened.
Fathers smelling of tobacco
With yellow fingers
Could not caress
The children with God’s eyes,
Their hair smelling of God.
The children of
Women deeply hurt
Never became brothers
Under the same sun
On the same rain…
Children with God’s eyes
Never had any toys.
They were God’s of
The earth’s
Hopeless
Despondent
Who matured early.
Their hearts
Always pierced
With tiny bullets…
Tülin Dursun ( TANRI GÖZLÜ ÇOCUKLAR)
İng. Çeviri Prof. Suat Karantay
Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 Haz
1933 yılında Adolf Hitler başbakan olmuştu.
Tüm bunlar yaşanırken Osmanlı İmparatorluğu hasta adamı öldürmüş, devrini kapatmış, cenaze gömülmüş, Türk Halkı Mustafa Kemal adında bir yiğit tarafından Cumhuriyet rejimine doğru yola çıkarılmıştı.
Türkiye’de bu değişiklik Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan ve yıllardır yok edilmeye çalışılan Türk ve Müslümanların dikkatini çekiyordu. Özellikle gençler için Türkiye’ye gelmek artık bir hayal değil, gerçekti. Ülkelerin karşılıklı değiş-tokuşlarla, yani mübadele dediğimiz, ülkede bulunan ve özlerine dönmek isteyen azınlıklarla, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan ve buraya dönmek isteyenlerin yer değiştirmeleri aşamalı olarak gerçekleşiyordu.
Abdi Efendi Türkiye’ye, anavatanına geri dönen ilk kafilelerden birindeydi. Bosna’da gözünü arkada bırakacak hemen hiç kimsesi yoktu. Çünkü Almanların Sovyetler Birliği’ne saldırmadan önce kuzey kanatlarını güvence altına aldıktan sonra, sıra güney kanadı istilasına gelmişti. Yugoslavya ne kadar karşı koymaya çalıştıysa da başarılı olamamış ve bu uğurda çok vatandaşını kaybetmişti. Bu ailelerden biri de Abdi Efendi’nin aile ve akrabalarıydı.
Uzun ve zahmetli bir yolculuğun ardından Türkiye’ye gelen Abdi Efendi düzgün Türkçe konuşması ve ziraat okulu diplomasına sahip olduğundan dolayı hemen memuriyet yeri olan İğne Ada’ya, Longoz Ormanları’na atanmıştı.
İğne Ada’ya geldiğinde hiç kimseyi tanımayan Abdi Efendi kısa zamanda kendini saydırmış ve sevdirmişti. Herkese tarımla ilgili bilgilerini anlatmaktan, köylülere yardım etmekten çok hoşlanıyordu. Ailesinden, atalarından öğrendiklerini, okul bilgilerine ekleyerek daha verimli nasıl ürün alınacağını anlatıyor, yaşlılara ve kadınlara bizzat tarlalarda çalışarak gösteriyordu.
Abdi Efendi doğduğu toprakları elbette çok özlüyordu. Çocukluğu, ilk gençlik zamanını kim unuturdu ki? Güzel günlerini yaşadığı bu topraklarda vahşice öldürülen ailesini hiç unutmayacaktı. Zaten bu topraklar hiçbir zaman onların olmamıştı ki. Dedeleri Orta Asya’dan göç ettikleri zaman henüz Osmanlı İmparatorluğu kurulmamıştı. Tengri Dağları eteklerinden başlayan göçleri önce Kırım, daha sonra da Smirna’ya varmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun en parlak dönemi olan Kanuni Sultan Süleyman devrinde ataları savaşmak için Macaristan Zigetvar’a gidip, Padişah ile beraber ölünce, geride kalanlar o sıralarda topraklarımıza katılmış olan Belgrad’a yerleşmeye karar vermişlerdi. Kısacası asıl sahibi olmadıkları bu toprakları geçici yurt edinmişlerdi. Abdi Efendi buraları yalnızca doğduğu yer olarak özlüyordu. Oysa vatan toprağı doğduğu yer değil, vatanım dediği onu her bakımdan doyuran topraklardı.
“Henüz adını koyamadım” Yakında…
Anlık Duygular, Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
31 May
Muhteşem Didem Madak’tı…
…
“Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!”
Didem Madak
Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 May
Ata’ ma arz-ı halimdir!
İki denizin birleştiği yerde, düşmanın kirlettiği “GÜNEŞ” i yıkayan Türk Ulusu Samsun’dan yeni bir güneş doğurdu. Adını Mustafa Kemal koydu.
Yaklaşık on yedi yıldır iktidara gelmek, Cumhuriyet’in kutsal koltuğuna oturmak için otuz yıl öncesinden hazırlık yapan bir takım güruh hep beraber bir gemiye bindiler. Hepsi de tek tip düşünce giyinmişlerdi beyinlerine. Yüreklerinde sevgi, vicdan yoktu. Zaten yürekleri yoktu.
Gemide bulunanların en büyük ortak özelliği paraya ibadet etmeleriydi. İnançları parayla satın alacakları güçtü.
Ata’m!
Biliyor musun gençliğe adadığın, emanet ettiğin 19 Mayısların coşkusunu beyinlerimizi örseleyerek gömmeye çalışanlar var. Onlar ki bizim yüreklerimizi okuyamayanlar.
Atatürk’üm, Önderim!
Ne kadar zaman oldu sana yazmayalı? Bana asırlar gibi geliyor. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum.
Eğitime dokunmalıyım.
Ülkede artık senin özenle kurdurduğun Köy Enstitüleri yok. Beş yıllık eğitimi makaslayıp, ortaokulu dört yıla çıkardılar. Ülkedeki Fen ve Anadolu Liseleri yerine sayısını aklımda tutamayacağım kadar içi öğrencilerle doldurulamayan İmam Hatip Liseleri açtılar. Öyle ki cenazemizi kıldıracak imamların çokluğundan, yobazlığından boğuluyoruz. Eğitim eşitsizliği had safhada.
Kalitesiz onlarca yandaş üniversiteleri açıldı. Buradan mezun olanlar işsizler ordusunun başını çekiyor.
Atam!
Milli Eğitim Bakanı öğrenciye “Amel Defteri” verecekmiş.
Ben de diyorum ki;
Çekin ellerinizi çocuklarımızın üzerinden. Onlar masum ve savunmasız. Ben sizin “Amel Defteri” nizi okursam neler olur!
Diplomasını hala halkın gözüne gururla sokamamış, siyasi hayatına bir nikah yüzüğünü göstererek başlamış biri var. Bunların çocukları kollarındaki bileziklerle, sünnet ve düğünlerinde takılan altınlarla gemicik sahibi oldular. Üniversite mezunu, işsiz gençlerin çöp arabalarını hiç mi görmezler?
Görmezler! Çünkü onların kurdukları uyduruk, kime, nasıl hizmet ettiği bilinmeyen vakıflarına para aktarmak gerekiyor. Yandaş iş adamları, belediyeler bu vakıflara para aktarıp, ihale kapıyorlar. Fakir gencin ancak ekmek arası yaptığı umutları karın doyurmakta.
Üniversite sınav soruları yıllardır bir örgütün eline teslim edilmiş, çalınıyor. Oysa çalınan gençlerimizin geleceği.
Hafta, ay geçmiyor ki genç doktor, öğretmen intiharı olmasın. Atanamayan öğretmenler, darp edilen sağlıkçılar.
Ülke yangın yeri Atam!
Saray sakinleri ve yandaşları koltuğu kaptırmama telaşındalar. Ülkenin gündemini her gün değiştirerek, zaman kazanmaya çalışıyorlar.
Ah be Atam!
KHK ile işlerine son verilen öğretmen ve akademisyenler, suçları olmadığı halde suç uydurulup hapse sokulan gazeteci, yazarlar, 15 Temmuz’da yalnızca verilen emirleri yerine getiren masum askeri okulu öğrencileri ve askerler… Çoğu müebbetle yargılanıyor, biliyor musun?
Gençlerimiz umutsuz, gençlerimiz kırgın.
Haydi Atam!
Kaldır başını yattığın yerden! Samsun’dan doğan GÜNEŞ’imiz ol yine! Umut ol gençlerimize.
ATAM!
Gökyüzü renginde gözlerini çevir Vatan üstüne.
Tülin Dursun
Anlık Duygular, Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
03 May
Zeyno Can!
Ameliyathane kapısında heyecanlı bekleyişin sona erdiği an. Hemşire ablanın ittiği tekerlekli bebek beşiğinde sen varsın. Koşuyorum, sana bakıyorum. Alt dudağını titreterek ağlıyorsun. Üşümüş gibisin. Küçücük ellerini ağzına götürüp emmeye çalışmandan dünyaya aç geldiğini anlıyorum.
Bir sanat eserine bakar gibiyim. Hani derler ya, ” Allah boş zamanında yaratmış.” diye. İşte öyle güzel bir bebeksin.
Bu ne Allah’ım? Bu ne? Acaba Allah gerçekten başka kulları biraz ihmal edip sana mı tüm zamanını ayırdı? Yoksa kutsal Berat Günü’nün şerefine mi bize böyle güzel sunuldun? Seni görene kadar sevinç gözyaşlarının ne olduğunu bilememişim ben. Ağladım, hem de çok ağladım bebeğim.
Babanın beti, benzi sararmıştı. Heyecanlıydı ve çok mutluydu. Bazı babalar ilk çocuklarını erkek isterler. Zeyno Can, baban seni öylesine sevinç ve mutlulukla bekledi ki; tüm babalara örnek olacak gibiydi.
Hele annenin seni ilk gördüğündeki ifadesi? Annene sordum ne hissettiğini;
” Bu bebek benim mi?” Dedi.
Evet bebek! Sen onunsun. Onun canı, ciğerisin. Sen anne ve babanın bir tanesi, nur tanesisin. Sen onların can evisin. Onlar bundan böyle seninle ağlayacak, seninle gülecekler. Her ağlayıp iç çekişinde onların can evine binlerce hançer saplanacak, her bir gülücüğünün esiri olacaklar. Attıkları her adımın, yaptıkları her işin amacında sen olacaksın.
Zeyno! Sen annenle babanın en iyi öğretmeni olacaksın. Sen onları büyütecek, olgunlaştıracaksın. Onlar seninle sabrı ve hoşgörüyü öğrenecekler. Seninle yeni oyun keşiflerinde bulunacaklar, hayatı öğrenecekler. Sen onların dünyası olacaksın.
Evet Zeyno! Sana dokundum. Sana yaklaştım ve seni kokladım.
Sen bütün kır çiçeklerinin kokusunu taşıyan bebek! Gül pembe rengindesin.
Gül pembesi bir ten, etrafı kırmızı kalemle çizilmiş gibi kıvrımlı dudaklar, toplu iğne başı büyüklüğünde iki burun deliği, çizgi filmlerdeki gibi yumuk ve yarı aralık süt mavisi bir çift göz, açık kahverengi saçlar.
Sana dokundum Zeyno!
Sen benim reçellik gül yaprağımsın. Ne tadına, ne kokuna, ne de renginin güzelliğine doyum olmuyor!
Gül Yaprağı;
Orta yaşı geçenler, hep ikinci bahardan söz ederler. Sen benim hiç bitmeyecek tek baharımsın. Belli ki bende baharlar hiç tükenmeyecek. Bu baharda neler yok ki? Ger gülücüğünde papatya ve gelincik tarlalarının kır kokusu var. Her ağlayışında dağlardan inen suların çağlayışı, ceylanların ürkmesi var. Gözlerini her açtığında; Toroslar’ ın zirvesindeki ladinlerin yeni sürgünlerindeki ümit var.
Gül Yaprağım;
Artık son satırları yazıyorum sana. Sana bu kitabı yazarken endişelerim, korkularım, sevinçlerim oldu. Sana kavuşamam diye korktum. Teninin kokusunu içime çekememekten korktum.
Sen geldin ya? Ben şimdi mutluyum.
Gül Yaprağım;
Bir gün senin eline de gül yaprakları değecek. Senin parmakların da gül yaprağı torunlarını okşayacak. Sen benim hiç solmayacak gül yaprağım olarak kalacaksın. Senin yaşamın da bir roman olacak elbet. Ve o roman kahramanı sensin.
Âşık olduğunda, gül yaprağına dokunduğunda, her baharda beni hatırla! Uzaklarda olsam bile dualarımın seninle olduğunu hissedeceksin. Gül tenine rüzgâr değerse bir gün anla ki seninleyim bebeğim. Senin yanındayım.
Gül Yaprağım;
İnançlarından, ilkelerinden ödün vermeden yaşa! Sevgini dağıtarak yaşa. Sevgini toplayarak yaşa. Seni sen yapan, sen olacaksın. Toplumun bir parçası olduğunu unutmadan yaşa. Yapmak istediklerini zorla değil, sen istediğin için yap. Her ne iş yaparsan yap ama en iyisini yap!
Sana git demiştim daha önce Susanna Tamaro’nun torununa dediği gibi. Git. Yüreğinin götürdüğü yere git! Parçalanmadan, bir bütün olarak git. Geride ahlar, beddualar, pişmanlıklar, üzüntüler, hesaplaşmalar, boynu bükük aşklar bırakmadan git! Sen gittiğinde arkandan koşanın, arayanın olsun.
Ah be Gül Yaprağım; Ben artık senin keyfini süreceğim. Sen yaşamaksın, sen sevgisin, sen benim pembe Gül Yaprağımsın. Ve sen benim bedenimin hücrelerisin!
19 EKİM 2002 Saat 09.12 “Gül Yaprağı” kitabımdan…
Günce kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 Nis
Deli kadın,
umutlarımı da alarak gelmiştim sana.
Ne güzeldi,
geldiğimi hissederek bana kapıyı açman,
Hoş geldin diyerek boynuma sarılman,
Deli adam,
deli adam diyerek,
parlayan gözlerle tebessümler saçman.
Deli kadın,
şimdi dönüş yolundayım.
Dört kısa günün ardından,
ikimiz de gergin akşamdan,
Zaman ne acımasız!
Dönüş vakti yaklaşıyor şimdi.
Saati göz ucuyla yoklarken,
yelkovan yarışa girmiş gibi koşuyor,
koşuyor ve seni alıp götürüyor ömrümden.
Anlatmak isteyip te anlatamadığım
o kadar çok şey vardı ki dört güne dair.
Ama kelimeler boğazıma düğümleniyor,
gözlerim doluyordu.
Bir an dört rakamına takıldım.
Belki de dört rakamının hayatımızdaki önemini kavrıyordum.
Bende bu duyguları yaşatan,
sana ilk gelişimin dört günle sınırlı olması,
son gelişimin dört günle sınırlı olması,
otobüsün hareket saatinin on dört olması
ya da doğum günümün on dört şubat olması gibi.
Ve bunların hiç biri düşünülerek planlanmış olmadığı gibi.
Deli kadın,
ben sadece sana geldim umutlarımı da yanıma alarak.
Şimdi dönüş yolundayım.
İşte ayrılık vakti!
Gelirken tüm umutlarımla gelmiştim.
Şimdi yalnızlığımı alıp ta gidiyorum.
Diş fırçamı unuttum sanma.
Onu ben bilinçli bıraktım sende.
Ve dönerken;
umutlarım en güzel hediyemdi,
taçlarla süslediğim.
Şimdi gidiyorum,
sol yanımı sende bırakarak.
Yalnız kaldım,
Beni terk etti gitti diye düşünme n’olur!
Veda vakti;
Ayrılırken kapı aralığında gözlerinden kaçırdığım
hüzünlü bakışlarınla döndüm.
Buruk bir tebessümü sana bırakarak.
Deli kadın,
gidiyorum işte,
dönüş yolunda güneşin batışını izleyerek,
bir daha doğmayacak gibi.
Gözlerimi bir an kapadım,
seni yaşayamadığım günlerime sığdırmaya çalıştım.
Çünkü
yitik düşlerimi de sende bırakmıştım!
Her günün dünden daha güzel olsun aşkım.
Gidiyorum deli kadın.
Yol boyunca gözyaşlarıma set oluşturamadım.
Dilerim senin kirpiklerine nem yüreğine gam düşürmesin Tanrım.
Hani bir şiirimde;
“garda bekleyenler üzülmesin.” demiştim.
Bir daha uğramayacağım diye.
Anlaşılan o ki
garda bekleyenlerle iyi dost olmam gerekecek.
Beni her uğurlayışlarında,
“Allah kavuştursun” diye.
özlüyorum şimdi.
Anlayamadığım;
senden henüz ayrılmışken,
nasıl olur da özlerim seni?
Nasıl olur da yanındayken özlediğim kadar özlerim?
Nasıl olur da bir deli kadına aşık olurum delicesine?
Her saniyemdesin şimdi.
Ben sen oldum sanki.
Sevgimde,
yüreğimde,
duamdasın aşkım.
Seni çok ama çok seviyorum deli kadın.
Efkan ÖTGÜN
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 Nis
(Sayın Efkan Ötgün’e saygılarım ve teşekkürlerimle)
ben seni hiç sevmedim ki
ben senin sevgiye olan açlığını
yalnız zamanlarındaki çaresizliğini
senin bile farkında olmadan
geceler boyu içip içip
düşünmemek için uyumanı sevdim
kirpiğindeki nemi göstermemek için başını eğmeni
gerçek dışı bir kadın olma bilincinde olmanı sevdim
ben senin bahar temizliği yaparcasına
kırıntı aşklardan kurtulup
yüreğinde bana yer açmanı sevdim
çok seviyor olmanı
mahcup bir edayla söylemeni
firari düşlerden
hatta
kendinden bile kaçarak bana sığınmanı
ve bunu örtebileceğini sanmanı sevdim
onanmaz hatalarının
pişmanlıklarının
kızgınlıklarının dışavurumunu sevdim
bir çok hayranın olduğunu
ve
hiç birinin benim boşluğumu
dolduramayacağını sanmanı sevdim
biz ki bir yola girdik rotası belirsiz
hangi dalga savurur
hangi kayalık önümüze çıkar
hangi volkan hangi lav içimize akar demeden
bu gemi nereye gider diye düşünmeden fora demeni
ve
hayatı akışına bırakmanı sevdim
uyuduğunda savunmasız çocuk yüzünü
uyandığında Polyanna gibi maskeler takmanı
aslında senin
sen olarak yakalanma korkularını sevdim
öyle ki
parmağım kanadığında yüreğinin kanamasını
ve
benim sıcacık canlı canlı bir yüreğe dokunmak isteyen
bir el olabilme ihtimalini sevdim
sarhoşken masallarda bıraktığın aşk hikayelerini
kavuşmak isteyip de kavuşamadığın
bana olan o masum kini, nefreti
ve
her şeye rağmen vakur duruşundaki masumiyeti sevdim
deli kadın anla işte
ben seni hiç sevmedim ki
ben senin ben olma halini sevdim
Efkan ÖTGÜN
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
27 Nis
Gül yüzlü torunum;
Güne çok kötü başladım. Dayın Efe birkaç gündür hiç uyumuyor. Sınav stresi bunun adı. Zavallı gençliğimiz! Onlara ne kadar çok eziyet ve baskı yaptığımızın farkındayız ama yine de kendimizi bu yarıştan alamıyoruz. Kazansa da, kazanmasa da o yine benim canım oğlum. Sen büyüyene kadar bu sınavlar kalkar da; annen ve baban bizim çektiklerimizi yaşamazlar umarım.
Bugün Cici Nenen ve ben, dayını gündüz uyumaması için oyalamaya çalışıyoruz. Kâğıt oynadık. Büyük anneannen ( benim teyzem) dayına film seyretmesi için alt salona izin vermiyor. Ha! Sahi. Teyzem uzun zamandır hasta ve bende kalıyor. İki hayırsız oğlu var. Annemin sağlığında küçüklüğüm bu çocuklarla geçti. Ben bu teyze oğullarından çok çektim be gülüm! Anlatayım mı?
Rahmetli eniştem beni çok severdi. Oğlanlar kıskançlıklarından bana yemek bile yedirmezlerdi.
O zamanlar Ankara’da teyzemin yanındaydım. Annem babamdan ayrılmıştı. Bize bir düzen kurana kadar da beni onlara emanet etmişti.
Teyzem masada yerleri kirletiriz düşüncesiyle biz çocuklara kısa bacaklı, tahtadan yer sofrası kurardı. Sofranın altına ise Kastamonu işi dedikleri, büyükçe, siyah- beyaz, taş baskı bir masa örtüsü sererdi ki, ekmek kırıntıları, yemek artıkları bu örtüde toplanır, sonra da camdan silkelenirdi. Yemek anında tam çatalımı yemeğe götürürken; sağlı, sollu yanımda oturan teyze oğullarım dirseklerime çarparlar: ” Yeme kız, yemesene!” diye çıkışırlardı.
Yine böyle bir akşam yemeğinde annem İstanbul’dan gelmiş, teyzemle konuşuyordu. Onların konuşmalarını fırsat bilen kuzenlerim derhal işe girişmişler, beni sıkıştırıyorlardı. Dayanamadım. Belki de annemim varlığından güç aldım. Bilmiyorum. Haykırmaya, ağlamaya başladım:
” Anneciğim, kurtar beni bunlardan! Seninle İstanbul’a gelmek, seninle olmak istiyorum. Bunlar bana bir dilim ekmeği bile çok görüyorlar.”
Annem şaşkın, teyzem her zamanki gibi öfkeliydi.
” Senin bu kızın da çok nankör! Oğlanların sesi bile çıkmıyor. Vallahi Bedriye kendi çocuklarımdan daha fazlasını yapıyorum bu babası kılıklı için. Gönder gitsin! Bu çırpı bacaklı ortalığı karıştırıyor ayol!”
Boğazım düğümlendi. Kulaklarımda bir ağrı ki; sorma! Midem altüst. Teyzemin bozulur diye hiç üstüne çıkarmadığı, oturtmadığı, kocaman el işi kırlent olan divanın üzerine tüm içimdekileri bir defada boşalttım. Kuzenler korkudan alt kattaki seyir odasına kaçtılar. Teyzem daha çok söylenmeye başladı. Niçin tuvalete kusmadığım, oraya niye yetişemediğim için kendimi suçladım. Olan olmuştu bir kez. Beni çok seven eniştem hemen Doktor Vural Amca’yı çağırdı. Vural Amcam aslında Gülhane Hastane’ sinde ameliyat yapıyordu. Acaba neremden kesecekti beni? Belki teyzem gibi benim içimden de safra kesemi çekip, alacaktı. Vural Amca dilime baktı. Boğazıma kaşığın sapını soktu. Öf! Yine midem bulandı. Bu kez Vural Amcamın üzerine kustum. Ateşime baktı. Evet! Yanılmamış. Söylediğine göre şu anda tüm okullarda yaygın olan epidemik parotite ( yani kabakulak) yakalanmışım. Allah’ım Ne korkunç! Ben yaramazlık yapmıştım! Baksanıza ben anlamayayım diye hastalığımı bile gizli söylüyordu.
Ertesi sabah zavallı annem hiç uyumamış, yorgun gözleriyle başucumdaydı. Teyzemin ısrarıyla öğlene doğru bir hoca efendi getirdiler başıma. Sakallı hoca efendi beni okudu. Kulağımın arkasına o zaman sabit kalem dedikleri morumsu bir kalemle yazılar yazdı. Kalemin ucunu da bir güzel tükürükledi. İğrenç! Öğrendim ki, kabakulak olmuşum. Üç hafta okula gidemedim. Duyduğuma göre sınıfta birçok arkadaşım da kabakulaktan yatıyormuş. Okulsuz bir an bile duramayan ben, hep hasta kalabilmek için Allah’la pazarlık yapıyordum. Öyle ya! Annem beni bırakıp gidemezdi. Annem kısa bir zaman için bile olsa benimdi. Benim annem ne güzel, ne tatlı bir kadındı Ya Rabbim!
Hastalıktan kalktığımın birinci ayında başıma öyle bir kaza geldi ki yaşamım boyunca unutmayacağım.
Ankara’da Hacı Bayram’da Toygar’ ların konağında kiracıydık. Hani iki tarafından merdivenle ana kapıdan girilen büyükçe bir girişten sonra hemen tüm oda kapılarının açıldığı hol denen salonun olduğu, kileri mutfağının hemen bitişiğinde, karanlık, buz gibi olan, tavan yüksekliği sanki metrelerce yukarıda, camlarının önünde ufak çocukların bile oturacağı çiçeklik yerleştirilen kocaman pencereleri bulunan evlerden. Giriş ve holün yerleri kocaman yıldızlı çinilerle kaplı olan. Yazın bu holde oturmak çok güzeldi ama kışın yere yalın ayak basamazdınız.
Hole açılan odaların zeminleri tahta döşemeydi. Masif olan bu tahtalar, teyzemin uçukça titizliği sayesindedir ki, her hafta Arap sabunu ve tahta fırçasıyla işlem gördüğünden asla kurumaya zaman bulamazlardı. Her oda kapısını açtığınızda nemli, mis gibi sabun kokusunu hissederdik. Bu odalara girmemiz kesinlikle söz konusu olamazdı. Çünkü kazara elimizden düşecek yağlı bir yiyecek kırıntısı o güzelim, o fırçalanmaktan sapsarı olmuş tahtada çıkarılamayan, durdukça içine işleyen bir leke olacaktır. Ah ne özenirdim misafir odasındaki çini sobanın yanında duran el oyması büyük koltukta oturmaya! Ben ne anlatıyorum ki sanki! Ben değil o koltukta oturmak, babamın bana İzmir’den yolladığı, PX mağazalarından veya orada yaşayan Amerikan çocuklarının elden düşme oyuncaklarına bile el süremezdim.
İşte böyle soğuk bir Ankara gününde misafir gelecek diye yakılan çini sobanın yanındaydım. Teyzem bakkala eksik tamamlamak için gittiğinde, bebeklerimle özlem gidermek için odaya dalmıştım. Teyzem her an gelebilirdi. O kadar dalmışım ki; kuzenim Cüneyt’i duymadım bile. Bebeğim çok üşüdüğü için sobanın yanında onu ayakta ısıtıyordum. Bir anda ne oldu anlamadan sol elim sobaya yapışmıştı. Cüneyt beni arkadan itmiş, kendiliğinden bir dikkatle sağ elimle bebeğimi korurken, sol elimle denge sağlamak amacıyla sobaya değmek zorunda kalmıştım. Elimi sobadan çektiğimde avuç içimin derisi sobanın üzerinde kalmış, etrafı pis bir et kokusuna benzer bir şey kaplamıştı. Korkudan ağlayamıyordum. Ben yasak odaya girmiştim. Cezamı çekmeliydim. Bu evde hep kendimi suçlu hissedecek bir şeyler yaşatılıyordu bana. Teyzem eve döndüğünde elime salça sürerek, beni saçlarımdan çekti. Cüneyt kendi suçunu çoktan üzerime atmıştı bile. Teyzeme göre ben; yalancı, huysuz ve etrafı kirleten bir kızdım. Ayrıca her gece yataklarını ıslatarak, döşeklerini çürütüyordum. Oysa ben hiç yatağımı ıslatmazdım ki. Başının belası! Bir an evvel anamın yanına gitmeliydim. Babam zaten ayyaşın biri olduğu için beni ancak İzmir pavyonlarında, sandalye üzerinde büyütürdü. Onun kendine hayrı olmazdı ki! Keşke beni annemin ya da babamın yanına yollasaydı. Belki biraz zor geçinecektik ama sevgim olacaktı. Elimi yaktığımda benimle aynı acıyı paylaşacak, saçımı okşayacak, gözyaşlarıma dur diyecek sevgi dolu yürekler yanımda olacaktı.
Sen bu anlattıklarıma üzülme bebeğim!
Bu yaşananlar Kemalettin Tuğcu veya Gülten Dayıoğlu eserlerinden alıntı değil. Gerçek! Bunları yaşamasaydım belki ben şimdiki ben olamazdım. Bunları yaşadığım için mutlu olduğumu bile söyleyebilirim. Bizi olgunlaştıran şeyler yaşadıklarımızdır. Bunlar beni sevgi dağıtan duygu gezgini, ruh zengini yaptı. Bu zenginlik benden çok şey alıp, götürse de ben sevginin varlığıyla mutluyum bebeğim.
Sen tatlı minik bebek! Sevdiğin ve sevenin çok olsun.
Arkadaş anneannen Tülay 2003 Eylül
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
19 Nis
ÖLÜM KAÇ KERE ÖLDÜRÜR Kİ?
Yoksa şöyle mi sorsam;
Bir insan kaç kere ölür?
Sayısını unuttum. Öldüm, bir daha, bir daha öldüm ve dirildim. Hayalet değilim ben.
Aşırı mide bulantısı ve saatlerce fışkırırcasına kustuktan sonra ambulansla götürüldüğüm hastaneye varmadan serumlar takılmış.
Buraya nasıl geldiğimi ve kimlerin getirdiğini anımsamak şöyle dursun, bilmek de istemiyorum. Öğrenirsem yara alırım yine.
Mide bulantım devam ediyor, etrafımda koşuşturan onca insan ne yapmaya çalışıyor? Bana soru soruyorlar ama anlamıyor ve yanıt verdiğimi bile bilmiyorum.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamayacak kadar hayattan yok olmuştum.
Ayak ucumda bekleyen biri var. Yüzünü seçemiyorum ama elindeki koca kazması ile kalbimi işaret ediyor. Kazmasını kalbime indirdiğinde acıyı hissettim. Kaç metre yukarıya fırladım bilmiyorum. Tavandaydım ve aşağıda, yatağımın etrafında yeşiller giymiş, maskeli adamlar bana işkenceye devam ediyorlardı.
“0,5 mg daha, çabuk ol kızım!”
“Tamam Hocam, yükseliyor.”
Kazmalı adam ortalarda yok! Sırtım tavanda yürüyor gibiyim. Hızla dolaşıyorum odaları. Hiç de yabancı gelmiyor buralar. Yoğun bakım olmalı burası. Eski meslek alışkanlığı. Yataklardaki bedenlerin kollarında serumlar, oksijen tüpleri burun veya ağızlarına bağlı. Baş uçlarında bird dediğimiz, hastanın hayati fonksiyonlarını gösteren bir alet var. Hırıltılı nefesler, inlemeler arasında yine de ölüm sessizliği var.
Yatağımdaki bedenime bakıyorum. Hiç nefes almadan, hareket etmeden duruyor. Başımdakiler hala telaş içindeler. Onlara avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.
“Gönderin gitsin! Kapıda anası- babası bekliyor.” Sesim çıkmıyor galiba?
Buradan bir an önce kurtulmalıyım. Kazmalı adama yakalanmamalı.
“Hocam gidiyor!”
“Atropin hazır mı?”
“Evet!”
“Yükle!”
“Hocam yirmi.”
“Hocam iki yüz.
“Üç yüz!”
“Haydi çocuklar son şansımız! Bir, iki, üç!”
Ben ne zaman bedenime girdim ki? Dışarda kapıda bekleyen annem ve babam mutlaka sesimi duymuşlardır. Çıkmam lazım ama nasıl?
Sırtımdaki ağrıyı umursamadan, başımda benimle uğraşanları itiyorum. İtildiklerinin farkında bile değiller. Anadan üryan tavandaki geziye devam ediyorum yine. Açık bir yer arıyorum kaçmak için. Yok! Kim kapattı beni buraya? Karanlık tüneller içinde bir labirentteyim. Yok oluyorum.
“Tülin Hanım, Tülin Hanım! Tülin Hanım açın gözlerinizi. Beni duyuyor musunuz Tülin Hanım?”
Ah be doktor! Sizi duysam kaç yazarsınız bana? Hayat karnemi verebilecek misiniz?
“Hocam döndü!”
“Geldi Hocam!”
Kim gelmişti acaba? Offf! Hala midem bulanıyor. Bedenime girerken bu defa hiç zorlanmadım. Bu acizlik niye? Kime yenildim ben? Kemiklerim sızlıyor. Ellerim, ayaklarım tutmuyor sanki.
Doktor hala başucumda bağırmakta! Tülin Hanımsız kalın İnşallah diyesim var. Duyuyorum elbette ama lütfen sessiz olun. Sizin şu yoğun bakım odasında bir müzik çalmalı hafiften. “IL SILENZIO” gibi…
Zamansız bir mekânda hesaplaşmalarım var. Sahi, ne oldu bana? Annem, babam neredeler? Hayal ile gerçek arası bir kapı aralığında mı kalmıştım?
Yoksa?
Yoksa bu parapsikolojiye gönül ve destek veren bazı gurupların inandığı astral bir gezinti miydi bu? Böyle şeyler mümkün mü? Astral seyahat bildiğim kadarıyla insan bilinci yerindeyken yapılırdı. Bilinciniz açıkken bile bu geziyi yapabilmeniz bazı uyarıcı kurallara ihtiyacınız vardı.
Bu düşüncelerim yoğun bakım odasından özel odaya geçince gelişti.
Ölümü tattım!
Onlarca kez öldüm, dirildim. Bu son kez yaşadığım ölüm anından çıkardığım ders yok mu? Var.
Bundan böyle yaşadıklarımdan ya çekeceğim ya da göreceğim günler var benim. Eskisi gibi her ikisine de hoş geldin diyerek açarım yüreğimi. Daha ölmedim ben.
Sahi ya! Söylemeyi unuttum. Ben bu yaşıma kadar hiç kimseye naz yapmadım. Şimdi artık kendime naz yapma zamanı. Ben bu “DELİCE”nin nazını da çekerim kahrını da. Tevazu gösteremeyecek kadar, küstahça kendimi saymam ve sevmem bu olmalı.
Sol yanımda iki kalp, eteklerimde yaşam sevincimin zilleri şıngır, mıngır yaşama devam.
Ellerime kastanyet takıp, Katalan Kadını gibi topuklarımı yere çarparak içimde asla olmayan kini, öfkeyi bedenimden dışarı atıp, özgürlüğümü dansa yatırmanın zamanı…
Delice olmanın muhteşemliği…
DELİCE 19.04.2019 Gün dökümü
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
2 Yorum
12 Nis
Yaşım dört çeyreği geçene kadar çok derslere girip, çıkmışlığım var benim. Okullardan aldığım dersleri iyi ezber etmem sayesinde kazanımlarım çok.
Hayat dersinde en büyük öğretmenlerim çocuklarım ve torunlarım oldu. Onlar sayesinde hep zamanın içinde kalabildim. Ne güzel öğretmendir onlar…
Son dersimi öylesine belleğime kazıdım ki, siz sevgili okurlarımla paylaşmadan duramadım.
Bu yılın şubat sonu, mart ayı başında hepinizin çok yakından tanıdığı bir yazar arkadaşımla Kadıköy Bağdat Caddesi’nde bir kafede buluşmuştuk. Ortak bir kitap projesi üzerinde çalışıyorduk. Çok keyifliydik. Son aşamaları paylaşacaktık. Tek sorunumuz hangi yayınevi bu kitabı basmaya yanaşacaktı acaba? Ülkedeki kağıt fabrikalarının satılması, bazılarının özelleştirilmesi yayıncıları da zor durumda bırakmış, kağıt fiyatları ile baş edemez durumuna gelmişlerdi. Büyük yayın evleri ise çevirilere yer vermeye başlamışlardı. Bir çıkarını bulacaktık, mecburduk. Konusu ise yıllar önceye dayanıyordu. Arkadaşım çok ünlü olduğundan zorlanmayacak gibi görünüyorduk.
Kahvelerimiz bittikten sonra birbirimizden ayrıldık. O üniversitedeki son derse yetişecekti. Taksiye kadar onu geçirip, biraz yürüyecektim.
Hava şubat zemherisiydi sanki. Biraz yürümek istedim. Trafik oldukça yoğun ve cadde gürültülüydü.
Galip Paşa Cami tam karşımdaydı. Sırtımda dayanılmaz bir ağrı başlamıştı. Sol arka kürek kemiğimin içinde sanki bir mağara vardı ve içi matkapla oyuluyor gibiydi. Göğsümün üstündeki ağırlık tonlarcaydı. Hemen yol kenarında bulunan bir bankın üzerine oturdum. Buz gibiydi. Konuşacak halim yoktu. Kimden yardım istemeliydim? En yakınımda Erenköy Sahrayı Cedit’te oturan görümcemi düşündüm. Kötü bir fikirdi. Benden beş yaş büyük, şeker hastalığı olan biriydi. Üstelik beceriksiz ve yaygaracı biriydi. Görümcem olmazdı.
Eski bilgilerime ve deneyimlerime göre acil karar vermeliydim.
Oralarda oturan iki arkadaşıma da aynı mesajı çekerek, beni aramalarını yazdım. Fazla konuşmak istemiyordum.
“Beni arayabilir misin?”
Biri hemen aradı. Konuşurken yola çıkmıştı bile.
Ambulans ve arkadaşım beraber geldiler. Güzel yürekli arkadaşım, ağabeyim Yasa, kırık ve alçılı bir ayakla beni omuzlarımdan destekliyordu işte!
Yarım saat içinde hastaneye kaldırılmış ve tedaviye başlanmıştı.
Diğer arkadaştan iki saat sonra yanıt gelmiş telefonuma.
“Müsait değilim. Yarın ararım.”
Canımın ötesiydi. Ben onun için çok değerliydim. Mutlaka sesimi olsun duyup, haber almalıydı. Öyle diyordu.
Siz hiç kırık kalp sendromu duydunuz mu?
Ne yazık ki yaşam bir çeşit geri dönüşüm kutusudur. Bellektir. Yaşam bize insan olmamız için bazı özellikler verdiyse; NE MUTLU BANA!
İşte bu yüzden ben hiç kimseyi sorgulamam. Zamanı gelince herkes (benim yaptığım gibi) anneliğini, babalığını, evlatlığını kendisi sorgular. Dilemem ama mutlaka bir şekilde yanıtını alır.
Bu yüzden kendime saygım sonsuz. Hayat bana mucizeler yarattı. Teşekkürler…
Teşekkürler hayat! Giderayak bana hayatımın dersini verdiğin için.
Değerli arkadaşlar!
Herkese ederi kadar değer verin! Hayat asla ertelemeye gelmiyor.
Geçmişi fazla ciddiye almayın ki, geleceğinize yer kalsın…
Delice 12.04.2019
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Nis
Değerli okurlarım;
Bu yıl çok sevdiğim , yıllardır ara vermeden katıldığım İzmir TÜYAP ‘a katılamadığım için çok üzgünüm.
Arka arkaya gelen sorunlar ve özellikle sağlık yönünden yıprandım.
Daha iyi olacağıma inancım tam.
Hepinize sağlıklı ve huzurlu günler dilerim.
Delice
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
27 Mar
Çok yoruluruz bazen.
En çok da yaşam yorar bizi.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Sonuna kadar sabretseniz de hayat size yine yapacağını yapar.
Her türlü canlıyı sevdim.
En çok çocuklarımı sevdim.
Torunlarım yaşama sevincim, dünyanın bütün hazinelerinden daha değerli.
Boncuk Hanım mı?
O beni annesi sanıyor, kahrını çekmek size kalacak gibi.
Şimdi başladı ADA zamanı. Haydi! Bırakın beni en yüksek tepesine .
Veya Emirgan’a…
Yeni bir aile kurmanın zamanı geldi.
Annem, babam, ağabeyim ve ben…
Hoşdere bizi bekliyor…
Ben mızıkçılık yapmak istiyorum.
Bana ne! Yoruldum işte!
Oynamıyorum, var mı diyeceğiniz?
Siz hiç derdinizi anlatamadığınız oldu mu?
Benim oldu.
Beni anlamak istemediklerini bilerek hep sustum.
Dedim ya artık oynamak istemiyorum.
Elbette nedenlerim var.
Haksızlığa uğramak gibi,
Anlaşılmamak gibi…
Ben evrenin tüm canlılarını sevmiştim oysa…
Ağrılarım çok, ilacıma bin selam olsun!
Tülay (Tülin) 28.03.2019 Levent
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
23 Mar
İlkokula İzmir’de başladım. Babamın ve annemin tayinleri dolayısıyla Hadımköy’den buraya gelmiştik. Okula başladığımda okumayı, yazmayı çoktan sökmüştüm. Dört buçuk yaşlarında, çelimsiz bir kız çocuğuydum. Ağabeyimle aynı okula gidiyorduk. O beşinci sınıftaydı. Öğretmenim Nilüfer Hanım ufacık-tefecik, güler yüzlü, genç biriydi. Arkadaşlarımdan önce okuryazar olmamın bütün ayrıcalıklarını kullanmayı biliyor, okula devamsızlık ediyordum.
Okulumuz eve çok yakındı. Her sabah ağabeyimle okula giderken ilk sokaktaki simitçinin önünden geçer, ortası delik iki buçuk kuruşlardan iki tane vererek kendimize mis gibi kokan taze gevrek alırdık. Akranlarım bilirler. Bizim zamanımızda cumartesi günleri de okul açık olurdu. Yarım gün.
İzmir’de kış ayları kısa ve sert geçer. Dağdan denize doğru esen rüzgâr tenimizi kamçılar. İlkbahar başladığında yaz da gelmiş demektir. Ekim ayının sonlarına kadar denize girilir.
Yaramaz bir çocuk değildim. Ağabeyim annemin, ben ise babamın sevgilileriydik. Ben yine de ağabeyimi hep kıskanırdım. Annemle babam dünyadaki her şeyi bilirlerdi. En çok da babam bilirdi.
Evimiz çok büyük değildi. Ben ve ağabeyim hem misafir, hem de oturma odası olarak kullandığımız odada yatardık. Eşyalarımız açılıp kapanan, kolay taşınan ahşaptan yapılmıştı. Birkaç sandalye, masa, büfe, iki koltuk. Ayrıca annemlerin yatak odası vardı.
Bizim oyuncağımız pek olmadı. Olanları da babamın ağabeyime yaptığı çember, annemin bana yaptığı bez bebeklerdi. Benim sevdiğim tek oyuncağım ise içinde birçok küçük insanın yaşadığını sandığım, elleyip de bozmayalım diye erişemeyeceğimiz bir yerde duran radyomuzdu. Kocaman iki pile bağlı olarak çalışıyordu. Anımsadığım kadarıyla ya radyodan, ya da pillerden çıkan kabloların bir ucunu babam arada bir toprağa gömerdi.
“Toprak elektrik verecek!” Diyordu.
“Şimdi bizim elektrik ağacımız mı olacak baba?”
“Önce biraz sulaman lazım!”
Ben sulamayı biraz abartır, elime geçirdiğim her tasla kabloları sulardım. Elektrik ağacımız çabuk büyüyecekti.
“Bu kadar çok su verirsen elektrik ağacımız ölür.”
Yine de verirdim. Babam bilmiyor işte! Öğretmenim dedi. ”Bitkileri susuz bırakmayın!” Dedi.
Babam beni hiç dövmedi. Annem de. Sokaktaki arkadaşlarım hep dayak attıkları için büyüklerinden şikâyetçilerdi. Akan yeşil sümüklerini burunlarından içeri çekerek ağlarlardı. Hele akşamüstleri eve girmeyen her çocuk dayak yerdi. Benim de onlara uyduğum zamanlar olurdu. Eve girmek istemezdim. O zaman babam;
“Bak! İçeri girmezsen seni belediyeye şikâyet ederim!” Derdi.
Çok korkardım. Bu belediye kimdi? Nasıl biriydi? Çok mu kuvvetliydi? Bana ne ceza verirdi ki?
Birinci sınıfın ikinci yarısından sonra havalar iyice ısınmıştı. Nisan ayı gelmişti. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için şiir okumaya seçilmiştim. Heyecanlı ve mutluydum. Her akşam şiirimi babama ezbere okuyor, o da bana vurgulamalar için açıklamalarda bulunuyordu. İyi okuyormuşum.
Mutluluğum uzun sürmemişti. Okulda yaygınlaşan kızamık mikrobu minicik bedenime girmiş, ateşler içinde yatağa düşürmüştü. Ağır geçiriyordum. Babam askeriyeden bir doktor getirmişti. On gün kadar iğne yapıldı. Çok halsizdim. Annem izin alamadığı için babam yıllık izninin bir kısmını kullanmak zorunda kalmıştı. Her gün değişik çorbalar, ızgaralar pişiriyordu, sağlığıma kavuşmam için adeta çırpınıyordu. Ateşim düşmüştü ama hala iğne oluyordum. Ayrıca iğne yerlerim çok acıdığından oturamıyor, sırt üstü yatamıyordum. Acılarımı unutmam için babam benimle türlü oyunlar hatta evcilik bile oynuyordu. Gelen iğneci teyzeden nefret ediyordum. O geldiği zamanlar hep çişim geliyor, tuvalete kapanıyordum. Beni oradan çıkarmak için babamın vaatlerine kulak asmıyordum.
“Bak! Seni belediyeye şikâyet ederim ha!” diyordu.
“Neden hep ben iğne oluyorum? Ağabeyime de yapsanıza?”
“O hasta değil ki.”
Çok dua ettim. Ağabeyim hastalanıp, iğne olsun istedim. O aralar dualarım tutmadı ama okullar kapandıktan sonra bir gün ağabeyim hastalandığı için annem ve babam onu iğneciye götürdüler.
“Ama neden iğneci teyze buraya gelmiyor?”
“İşi varmış kızım!” Dedi annem.
Daha sonraki günlerde annem ve babam her iş dönüşü ağabeyimi iğneciye götürdüler. Ne geçmez hastalığı varmış? Yoksa ben mi çok dua etmiştim? Anlamış değildim. Ben çok ateşlendiğim ve kustuğum halde onun kadar çok iğne olmamıştım.
“Allah’ım! Artık ağabeyim iyileşsin. Ben komşu teyzede kalmak istemiyorum artık!”
O yaz sonuna kadar ağabeyim hiç iyileşmedi. Her gün iğneciden yüzleri daha kızarık geliyorlardı. İğneci teyzenin ağabeyime nasıl iğne yaptığını da hiç anlamamıştım. Neden ipte her gün iki büyük, bir küçük havlu ve mayolar vardı ki?
Bir gün arkadaşım Mehmet annemle, babamın beni kandırdıklarını, ben küçük olduğum için yanlarına almak istemediklerini, iğneciye değil, İnciraltı Plajına gittiklerini acımasızca anlattı.
Daha sonra onlar iğneciye de, denize de gidemediler. O yaz sonu boşandılar. Ağabeyim Erzincan Askeri Ortaokulu’na, ben ise Ankara’ya teyzemlere gittim.
Ben mi?
Bana da çocuk olmayı bilmeden büyümek kalmıştı.
İğnecilerden nefret ettiğim halde ileride hemşire olacağımı hiç düşünmemiştim.
Tülin DURSUN (Çok eskiden, M.Ö kalma anılardan)
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
18 Mar
Ada rüzgarı melissa kokusunu
Saçlarıma taşımakta.
Bir adımda yanındayım işte!
Karadut toplayan ellerin,
Dudaklarımda geziniyor.
Şarap esrikliğinde mutlu bakıyorum
Sana…
Yüreğim bayram yeri,
Coşkulu, arzulu…
Kutsal ırmaklarında yıkanıyorum
Cennet’in.
Uyanıyorum!
Kendime soruyorum;
Aşık olan büyümez mi hiç?
Tülin İşleker 15.06.2018
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
17 Mar
Ve geceler yoldaşım olur benim…
Her geceye doğurduğum mor hüzünlü aylar içimin acılarıyla büyür, tan ağrırken, tutuşur yıldızlara.
Haydi Delice!
Bırak edebiyat süslemelerini. İçindekileri değil, eteğindeki taşları dök ortaya!
“Of, tamam! Sakin ol biraz da dertleşelim.”
İçimdeki küçük kız çocuğu hınzır mı, fırlama mı bilemedim. Gülüyor, kıkırdıyor.
“Tamam, dertleşelim. Önce sen başla.”
“Neresinden başlasam? Beni terk edip gidenlerden? Annemden, babamdan, ağabeyimden, ötekilerden?
Öncelik annemin olsun.
Annem Cumhuriyet Devrinin en güzel kadınlarındandı. Ben onu hiç makyajsız görmemiştim hastalanıp yatağa düşene kadar. Hasta yatağında bile duru güzelliği solgun yüzüne rağmen ışık gibiydi. Onun en büyük hayranıydım ben.
Annem ağabeyimi benden fazla severdi. Ben bunu hissederdim. Önceleri kıskançlığımı yaptığım hırçınlıklarla belli ederdim. Sonraları unuttum, çocukluğuma verdim. Seven kıskanır, âşık nazı sevdiğine yaparmış. Annem hastalanıncaya kadar devam etti bu.
Biliyor musun Delice? Annem hiç şapkasız gezmezdi. Her giysisine uygun şapkası vardı annemin. Teyzelerim hiç anneme benzemezdi. Tipik memur ve esnaf karısı gibiydiler.
Bir gün anneannemin ölmeden önce çekilmiş siyah-beyaz, sararmış, mukavva gibi bir şeye yapıştırılmış fotoğrafı geçti elime. 1927 yılına ait bir fotoğraf. Sıkma başlı genç bir kadını ellerimde tutuyordum sanki. Çok ciddi görünüyordu Fatma Hanım. O an ilk ismim Fatoş’un kimden olduğunu tahmin ettim. Fatoş Tülay! Adım kulağıma hep hoş gelmişti benim.
Fatoş Tülay! Fatoş adı Fatma isminin sevgiyle yoğurulmuş gibisi sanki. Fazla becerikli ve yaratıcılığımı anneanneme yükledim bile. Hani derler ya, “Benim elim değil, Fatma Anamızın eli.”Diye?
Sonra? Çok genç yaşta, otuz iki yaşında annemin toprakla kavuşmasına tanıklık ettim. Anne masalım bitti benim.”
Babamla içinde yaşadığım masal muhteşemdi. Çok az keyfini sürdüğüm babamla yaşadıklarımı ve sevgi dolu yüreği hep bende hayaller ve gerçekler adını verdiğim usumda saklı…
Ağabeyim Oktay! Dünyanın merkezi. Dev Adam, Has Adam. Hakkımda yanlış kararlar almış olsa da ben onu çoktan affettim. Yedi kandilli Süreyya ışığı olsun.
Yıllar yılları kovaladı. Manevi teyzem Sevim Tan (Ürek) ehliyeti olmayan A. Burak tarafından, karşıdan karşıya geçerken öldürüldü. Ses sanatçısıydı. Annem öldükten sonra beni sarıp, sarmalayan, genç kızlığımda gardolabını benimle paylaşan muhteşem kadın. Onun kazaya kurban gidişi öz teyzemin felç geçirip yatağa düşmesine neden olmuştu. Yıllarca yataktan kalkamayacaktı artık. Minnetim, hasretim sonsuz. Taş plaklara okuduğu şarkılarla avunuyorum “Ben gamlı hazan” oldum şimdi.
Ölümüyle beni çok üzen adam! Turgut Özakman. Neden öldün ki? Sırası mıydı ölmenin? Oysa daha “Romantika”yı tamamlayacaktık. Yerini tutan olmadı Hocam! Olamaz da. Yorganın yıldızlardan olsun!
Leyla Erbil; 1 mayıs yoldaşım. Ahmet Erhan hastadaşım benim. Sennur Sezer işçilerden konuşurken kendimizi şiirlerinde yuvarlanırken bulduğum kadın. Refik Durbaş büyük şairim.
“Sen ne söyleyeceksin Delice?”
“Ben müntehada gezinip, Araf’a çıkanlardanım. Kapıyı açtığım an merdivensiz, ışık yolculuğuna kanatlanırım. Melek değilim elbette ama meleklerle arkadaşlığım var benim.
O kutsal Araf Kapısı’nı son kez açtığımda gidenlerimle, özlediklerimle sarmaş-dolaş olacağım. Giderken kapıyı kendim örterim. Siz peşimden gelmeyin diye! Gecelerime ay doğururum, geceler yoldaşım olur benim.”
Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar.
Her şeyi, adımı bile unutup,
Uyusam…
Kalktığımda yatağım hala lavanta koksa,
Kekikli, zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar.
Nerde olduğumu hatırlamasam,
Hatta adımı bile unutsam…
Melih Cevdet Anday
Tülin Dursun (Benim Kıyametim) 17.03.2019 Levent
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
10 Mar
Güneş derin uykuda. Az kaldı uyanmasına. İçimde daralmalar, Ay gecede dolaşıyor…
Zorlanıyorum artık bu yaralı yüreği taşımaktan. Yollara daha sert basıyorum. İntikam alıyorum kendimden.
Gücüm yaşamaya değil; yalnızca sevmeye yetiyor. Sevilecek kalmamış, sevilenler erken göçe zorlanmışlar. Yüce kutsamış onları kanatlarıyla…
Bu öykünün sonunu bildiğimden midir bunca aymazlık, bunca yaşama duyarsızlık? Başladım, oynadım; bitiremiyorum. Perde kapanmıyor!
Farkındalıklarımın farkına varmam zamanımı alıyor. Çok geç!
Pişmanlıklara dönüp, bakmayı yasakladım. Ce -cak larla uğraşmıyorum. Meli-malı kuralları gri yerine mor yükledim. Onları sevemedim. Se-sa lar geçmiş oldu.
Bilinmeyen, akla- hayale bile gelmeyen yolların yolcusuyken; gerçeklerin kahramanı olmak yordu beni.
Sen sıcacık koynundayken annenin, ben ağustoslarda buz kestim.
Onlarca yılı ayrı yaşadık aynı evde. Duygularımızı hoyratça savurduk başkalarına; dilimiz kemikleşti, lal olduk…
Sen bana, ben sana ulaşamadık. Odalarımızın rengi ak-kara oldu.
Hiç kimse olamadık birbirimize…
Şimdi gidiyorum işte!
Taktım, takıştırdım sevda sözcüklerini yüreğime.
Gidiyorum bak?
Gidiyorum.
İnanmıyor musun?
H-O-Ş-Ç-A-K-A-L YARINIM!
Tülin Dursun 2005 Oberhausen
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Mar
Gökçe Hatun Gökçe Fırat’ın gözlerinden öpüyor.
Bugün senin doğum günün. Hesapladım yaklaşık sekiz yüz on gün olmuş sen oralara gideli.
Bozuk düzenini, çarpık sistemini değiştirmeye kalktığımız dünya sen gittiğinden beri fokurduyor.
Söyle bana yoldaş?
Mahsus mahalin duvarları türkülere eşlik ediyor mu?
Sen yanımızda değilsin ya, şiirimiz bitti, marşlarımız tükendi. Ellerimiz tutmaz, dilimiz söylemez oldu.
Haydi Yoldaş! Çık oralardan artık! Sana söz olsun, karşılıklı zeybek oynayacağız.
Voltalar atılıyor mu avlularda? Tespih oynaşıyor mu parmaklarda?
Bir mahal üç adım, bir yatak demir kapısı mahsusun.
Sana hiç ağabeylerimden söz ettim mi? İki ağabeyim de 6.Filo’ya karşı çıkmıştı. İlk filo gelişinde üvey ağabeyim Beyazıt Yıldırım polis copuyla vurulmuş, beyin kanamasından ölmüştü.
Diğer ağabeyim has adamım Oktay İşleker ise Taksim 6.Filo olaylarında yaralandı. O yarayı atlatmak öyle kolay olmadı. Amerikan askerleri yaralasa, öldürse gam yemeyecekti. Kanlı Pazar tetikçisinin hedef gösterdiği ağabeyime kardeşlerimiz dediğimiz yobazların saldırısı çok ağrına gitti. O günden bugüne bu coğrafyada değişen bir şey yok! O ünlü tetikçi sonradan TBMM’ye başkan oldu.
Ahlakın, siyasetin, adaletin, işçinin, kadınların, çocukların, memurların, gazeteci ve yazarların hatta TSK’nın yok edilmesi rastlantı değil elbet.
Ben şimdi yalancıktan duruşma salonundayım. Yabancısı hiç sayılmam buraların.
İnsanlıktan ve vicdandan nasiplenmemiş mahkeme başkanı köpeğe ıslık çalar gibi gözlerime bakıp, fıslıyor adeta.
“Otur!” Diyor, oturuyorum.
“Yaz kızım, karar!”
Kalkıyoruz topyekûn ayağa.
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası TCK’nın şu madde, f bendinde, d fıkrası gereği;
Devletimizin bütünlüğüne, güvenliğine zarar verecek olan bilmem ne adlı örgüte yardım ve yataklık ettiğinden, sanığın daha önce sabıkasız olmasına rağmen ömür boyu hücre cezasına çarptırılmasına, olası muhtemel aftan, siyasi ve vatandaşlık haklarından mahrumiyetine kod adı Gökçe Hatun olan Tülin Dursun’un mahkememiz heyetinin kararıyla cezasını çekmek üzere Bakırköy Kadın Tutuk ve cezaevine gönderilmesine….
“Ne dedi?”
“Ömür boyu hücre dedi galiba?”
“Görüş olacak mı?”
“Sanmam!”
Ayağa kalkıp hakkımdaki iddianameye itiraz edesim var. Ben örgütten falan anlamam. Kim o örgüt? Altmış beş yaşın verdiği konuşkanlık ve deliceliğimin hakkını vermem gerekir. Çok yorgunum. Haklılığımı kanıtlayacak çok şey var elimde. Susuyorum. Mukaddes bir şeye tevekkül eder gibi dalıp, gidiyorum. Belleğim anımsatıyor Süheyla Taşçıer’in dizelerini;
“Karşıdan karşıya geçiyorduk,
Kalabalıktık.
Adalet çarptı, öldük…
Doğru muydu? Yoksa adaleti yok eden vicdanlar mıydı yok olan?
Dört duvarım var benim. Penceresinde demir parmaklıklar olan.
Ben türküler mırıldandıkça ağlayan dört duvarım. Ekolojinin psikolojisi bana asla ihanet etmiyor. Duvarlara türkü söyleten de benim, düzensiz çentikler atan da.
Birden Ruhi Su takılıyor aklıma. Ilgın’ı düşünüyorum
Ne çok hasret kalmıştı babasına. Ya karısı?
Duvarlarım anlıyor beni. Mahsus Mahal Türküsü mırıldanıyor poyraz esrikliğinde demir parmaklı pencerem. Ü-ş-ü-y-o-r-u-m…
MAHSUS MAHAL
Mahsus mahal dedikleri zindanda
Kalıram kalıram gardaş,
Dostlar yandadır.
İki ellerim kızıl kandadır, kanda
Ölürem ölürem gardaş
Aklım sendedir.
Artar, eksilmeyiz zindanlarında
Kolay değil derdin ucu derinde.
Kumhan Irmağı’nda hey dost kara burnunda
Vururam vururam gardaş
Öfkem kındadır.
Dirliğim, düzenim, umudum, canım
Solum, sol tarafım hey dost
Cümle varlığım
Benim beyaz unum, ak güvercinim
Bilirem bilirem gardaş
Gelen gündedir.
RUHİ SU
Çok değerlimiz Gökçe Fırat;
Bu kötü günler bitecek elbet. Hint fakiri gibi Ganj’ın kirli sularında bile aklanırız biz.
Nazım’la “UZUN YOL”a çıkarız vatan için.
Ata’m izler bıraktı bize;
Yolumuzu şaşırmayalım diye…
Gökçe Yoldaş doğum gününü kutlar, yüreğinden öperim.
Tülin Dursun
Nam-ı diğer Gökçe Hatun 07/03/2019
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
27 Şub
Savaş ve kadın. Bu iki kelime yan yana geldiğinde aradaki zıtlığı hemen fark ederiz.
Savaş: Kan, ölüm, yok oluş, yıkmak, yok etmek demektir.
Kadın: Yar demek, zariflik, sevgi, merhamet, hayat, yaşama tutunma, yuva, doğurganlık, üretmek demek. Kısaca anne demektir.
Kadınların savaşı ana rahmine düştüğü anda başlar. Doğar, büyür. İçinde bulunduğu toplumun, kültürün ritüelleri sayesinde (ki bunlar sonradan kazanılır) ailesinden, yakınlarından gelen baskıyla önce fikirleri sonra bedenleri esir alınır. Bunlar hiçbir şey değildir elbette.
Uzun yıllardır üzerinde yaşadığımız coğrafyanın en değişmez ve süregelen olayları şüphesiz ki savaşlardır. Savaş denilince aklımıza ilk gelen yalnızca patlayan bombalar, yıkılan- yok olan kentler, savaşmaya giden erkekler, ölü bedenler, ağlayan kadınlar, sahipsiz kalan çocuklar değildir.
Bütün bunlar olurken hem kadının varlığını ortaya koymaya uğraşan, hem de erkek egemen zihniyetiyle de savaşan kadınların var olduğunu unutmamak gerekir. Savaş denildiğinde akla erkekler gelir, hep erkek diliyle konuşulur. Savaş nasıl şiddet ise erkek de hep şiddeti çağrıştırır. Anlayacağınız kadınların savaşı önce erkekler iledir.
Savaşlarda nasıl başka bir ülkenin toprağına taciz varsa, tecavüzlerde de kadın bedeni işgal edilir.
Erkeklerin icat ettiği birbirlerine üstünlük sağlama uğraşında kadınlar hep kullanılan, sömürülen taraftır.
Savaşta tecavüz toplumdaki geri kalmış namus anlayışıyla beraberdir. “Düşmanın onuruyla oynanması, psikolojik olarak kendini üstün görme” erkeklere göre en önemli silahtır. Kadına ne olacağı kimsenin umurunda değildir.
Şöyle bir geriye gidersek Vietnam, Bosna, İran, Irak savaşlarında, yakın zamanda da Suriye iç savaşı veya Işid denilen örgütün yaptıklarından dolayı on binlerce kadının tecavüze uğradığını, öldürüldüğünü görürsünüz. Erkeklerin en çirkin yüzü şüphesiz ki savaştaki halidir. Sığınmacı yani mülteci kadınların barındıkları çadırlardan, kamplardan zorla alınarak fuhşa zorlandığı gerçeğini her gün gazetelerden okumaktayız.
Kadınsanız savaşta veya sığındığınız yerlerde erkek egemenliğinin altında ezilmek, sömürülmek, tecavüz edilmek, şiddet görmek kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
Savaşların kadınlarda bıraktığı yaraların sarıldığı bu güne kadar görülmemiştir. Bu yaralarını sağaltacak ne birileri vardır, ne de bunun ilacı! Bütün bunlar yetmiyormuş gibi kadın ölene kadar bedeninde, en önemlisi ruhunda bu yaraları taşımak zorunda bırakılmaktadır.
Kadınlara savaşta yapılanların meşru gibi gösterilmesi, bunlardan gururlanacak payeler çıkarılması kadar iğrenç ve aşağılayıcı bir şey yoktur.
Aslında burjuva ve kapitalist iktidarlar çıkarları için daha çok sömürmek için iç ve dış savaşlardan daima medet ummuşlardır. Erkekler için bunun en gururlanacak tarafı da kadınların bedenlerinde, ruhlarında açtıkları yaralardır.
Son söz: Curzio Malaparte’nin ünlü “Kadınlar da Savaşı Yitirdi” eserinde dediği gibi; kadınlar savaşları yitirirken bedenlerini de, ruhlarını da yitirirler…
Tülin Dursun
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 Şub
MEKTUPLAR ALDIM ÇOCUK YÜREKLERDEN (3)
Gökyüzünün en güzel, en parlak ve en uzak yıldızı!
Karanlık gece olmasaydı sizi göremezdim. Karanlığı da seviyorum artık. Siz hep mutlu olun, öylesine yakışıyor ki gülmek o gözlere…
Size söz veriyorum! Hiç kaymayacaksınız gökyüzünden, karanlık sizi yok edemeyecek. Toprak gibi, güneş gibi can veren gözleriniz hep parlayacak gökyüzünde sevgiyle ve ben size erişeceğim günün birinde, yüreğim ellerimde…
Milyon kere ulaşacağım gözlerinize.
Canımın suyuyla yıkayın ellerinizi, doğuştan yaralı yüreğim sizin olsun, ilaç olsun diye.
Cerrahpaşa Tıp M.D
MEKTUPLAR ALDIM ÇOCUK YÜREKLERDEN (4)
O’na yetişemedim. Gül Yaprağı’ nıza, canınıza…
Bütün doğanızı altüst etmeyi başaran bu küçük varlığı ve sizi bağışlayan Tanrı’ ya şükürler olsun. Ben onun gücünü daha iyi anlıyorum.
Gül Yaprağı’ nız öyle benziyor ki size; gözlerinizi ve içindeki bütün sevgiyi almış sizden. Onu taparcasına sevmekte ne kadar haklısınız, bir bilseniz…
Ben gözlerimi alamadım sizden ama Gül Yaprağı’ nız kadar çok seviyorum sizi! Tanrı beni sizden ayırıp, nefesimi kesmesin!
Sizi tanımadan yaşadığım her saniye için sizden özür diliyorum.
İzzet Baysal Biyoloji A.
(Deprem Kızım yazmış)
MEKTUPLAR ALDIM ÇOCUK YÜREKLERDEN (5)
Aynaların şimdiye kadar gösterdiği en güzel, en haklı ve en zor görüntünün sahibine;
Masallardan sıyrılabilecek kadar büyüdüm mü bilmiyorum ama içinden çıkıp geldiğiniz rüyanın bitmemesi, aynalardan görüntünüzün yitmemesi için en küçük parçama kadar küçülebilirim.
Masal yaşamımın tek gerçek kahramanını tanımak zor olmadı, kış yüreğime temmuz güneşi açan o siyah gözlerinizle buluşunca ıslak gözlerim. Işığınız öyle derin, öyle değerli ve öyle aydınlatırken umut doğuran yeni günleri, daha sahip olmadan kaybetmekten korktum o hiç kimsede, hiçbir şeyde, bir eşi daha olmayan parıltıyı. Her kim bu ışığa ulaşıyorsa onun da benimle aynı duygu ve korkuları paylaştığına eminim.
Üzerinize açılan bütün karanlıkların bu büyüklüğü fark edebilmesi ve aynalardan yansıyan o parlak görüntünüzün yok olmaması için dua ediyorum.
Işığınızla büyüyen bu insancıkları bırakmayın ne olur!
Beni ışığınıza değer gören Tanrı’ma şükürler olsun ki toprak altından elim size değdi…
Sizi seviyorum
İzzet Baysal A.
(Deprem Kızım yazmış.)
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 Şub
Merhaba Sevgili takipçilerim,
16 Şubat-18 Şubat tarihleri arasında Karadeniz Kitap Fuarı’ nda olan buluşmamız benden kaynaklanan bazı
nedenlerden dolayı;
21-23 Şubat tarihleri olarak değiştirilmiştir.
Saygılarımla
Tülin Dursun
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Şub
Abdi Efendi doğduğu toprakları elbette çok özlüyordu. Çocukluğu, ilk gençlik zamanını kim unuturdu ki?
Güzel günlerini yaşadığı bu topraklarda vahşice öldürülen ailesini hiç unutmayacaktı. Zaten bu topraklar hiçbir zaman onların olmamıştı ki. Dedeleri Orta Asya’dan göç ettikleri zaman henüz Osmanlı İmparatorluğu kurulmamıştı. Tengri Dağları eteklerinden başlayan göçleri önce Kırım, daha sonra da Smirna’ya varmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun en parlak dönemi olan Kanuni Sultan Süleyman devrinde ataları savaşmak için Macaristan Zigetvar’a gidip, Padişah ile beraber ölünce, geride kalanlar o sıralarda topraklarımıza katılmış olan Belgrad’a yerleşmeye karar vermişlerdi. Kısacası asıl sahibi olmadıkları bu toprakları geçici yurt edinmişlerdi.
Abdi Efendi buraları yalnızca doğduğu yer olarak özlüyordu. Oysa vatan toprağı doğduğu yer değil, vatanım dediği onu her bakımdan doyuran topraklardı.
YENİ KİTABA AZ KALDI. ÖMRÜM YETERSE…
Tülin…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 Oca
Canınız sıkılır, bir şeyler yapmak ve oyalanmak istersiniz. Sanatla uğraşıyorsanız işiniz zor.
Ressamsınız. Boya ve paletinizi kolayca her yere taşırsınız. Koltuğunuzun altında şövale ve oturacak bir tabura gerek size. Bir de manzara.
Uğraşınız müzik mi? Enstrümanınız taşınır mı? Hayır mı? Piyano mu dediniz? Hem de kuyruklu öyle mi? Pedalları bozuk, içteki yeşil çuha fındık fareleri tarafından kemirilmiş bir piyano! Önce onarım için başlayın çalışmaya!
Yoksa siz de yazar mısınız? Ne o? Herkes yazar mı diyorsunuz? Canım ben o anlamda sormadım. Ne tür yazılarınız var? Öykü, roman, şiir?
Anladım!Susmakta haklısınız.
Biliyor musunuz sevgili okurlar, mektup yazmak öyle kolay bir iş değil. Hangi aracı kullanırsanız kullanın, mektup edebiyatın anasıdır. Araç derken; ateşle de, kalemle de yazsanız haberleşme eski çağlardan beri üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmediği için mektup anadır.
Roman mı? Edebiyatın vazgeçilmezi, direğidir. Baba gibidir. Okurken başınızı kitaba yasladığınız bir baba.
Öyküler!
Romanın has kadını!
Şiirler de bunların ele avuca sığmayan,şekilden şekile giren haşarı çocuğu. Şiir okudukça büyülenirsiniz. Gerçekle hayal arasındaki var oluşunuzdur. Yalnız size uyarım; şiire karşı hep dikkatli olun! Kalpleri kelebek uçuşuna geçirir, kabuklaşmış yaraları kanatır. Dedim ya? Çok haylaz ve asidir.
Ne diyordum ben?
Canınız sıkıldıysa,sıradan bir ev kadınıysanız kendinizi ev işlerine adayın. Parmaklarınız,elleriniz buruşuncaya kadar yerleri temizleyin, camları silin. Hafiflersiniz.Olmadı mı? Mutfağa girin. Harikalar yaratın. ev kadınlığı da sanattır çünkü.
Kentte değil de köyde yaşıyorsanız ne mutlu size. Dertsiz, tasasız bir yaşam. Çıplak ayakla basın toprağa. Özlem giderin, alışın sonra varacağınız sonsuz uykuya varacağınız toprağı tanıyın! Ruhunuz göç görsün! Teneke saksılara cam güzeli dikin. Bahçeniz güzelleşsin. Sakız sardunyaları pencerenizden sarkıtın. Kırmızı olsun hepsi. Evin duvarlarını hanımeli sarsın, yaşlı çınarın gövdesine akşamsefası yakışır. Akşam zamanıdır şimdi.
Bahçenize, tarlanıza mevsim sebzeleri ekin. Bir çardak kurun, hamaklı olsun. Dinlenmeye, geçmişi düşünmeye ihtiyacınız olacak. Tarlanın etrafını meyve ağaçlarıyla donatın. Ağaç aralığını unutmayın. Kökler karışır birbirine.
Yanınızda evcil dostlarınız olmalı.
Sevgili arkadaşlar!
Aslında bu mektuba başlarken size başka şeyler anlatacaktım. Yeni bir kitabın ilk cümlesini kurar gibi hissettim kendimi. Can sıkıntısından başladım, hayal kurmaya getirdim konuyu.
Anladınız değil mi?
Hani beni çok sağlam, dik duran biri olarak görüyorsunuz ya? Vallahi de yalan! Yıllardır çökmüşlüğüm, tükenmişliğim var benim. Kayığımın küreklerini çekerken yoruldum ben. Yalnızdım hep okyanusun ortasında.
En hırçın çizilmiş tabloların baş yapıtı oldum sergilerde. Seyredeni çok, alıcısı yoktu. Ölüler konuşmaz ki…
Olmayanın peşinden koştum, olacağı erteledim. Hayatımı erteledim. Kendime kötülük ettim. Siz yapmayın! Hayır demesini bilin!
Size dost gibi görünen hayatınızın asalaklarını bir çırpıda atın! Sizi hak etmeyenlere sırtınızı dönün. Onlar sizin fedakarlığınızı,kıymetinizi bilse ne olur, bilmese ne olur. Aldırmayın!
Zamanınızı, duygularınızı kimsenin sömürmesine izin vermeyin. Hayata bir defa geldiniz. Siz de onlar gibi biriciksiniz.
Sevgisiz insanlardan, özellikle de sevgisini söylemeyen kişilerden uzak durun. Bırakın onlar doğru bildiği yanlışlarla yaşasın.
İnsanlara karşı sınırlarınızı koruyun. Üç günlük hayatı, beş güne çıkaramazsınız. O üç günlük hayatın tadını çıkartın. Elbette izin verirlerse.
Kendisini sevmenize izin verene teşekkür edin. Sevebilmek çok güzel.
Yalnız başınıza savaşmayı öğrenin. Zor durumlarda yanınızda birisini de arasanız bulamazsınız ki. İyi gününüzde yanınızda olanlardan uzaklaşın. Kötü günde yanınızda olanlara da fazla güvenmeyin!
Geçmişi unutmaya çalışın. Yoksa gelecek sizde yer bulamaz.
Sizi kırmalarına asla izin vermeyin. Bunlar en yakınınız bile olsa.
Yalnız yürüyün. Yalnızlığınız en doğru yoldaştır.
Kötü bile olsa gerçekleri söylemekten korkmayın.
Biri size bir adım geliyorsa, bırakın gelsin. Çünkü siz zamanında ona yirmi adım gitmişsinizdir.
Haydi Bu günlük bu kadar yeter dostlar.
Sakın unutmayın!
Ben bir BOK BÖCEĞİYİM ve kendimle gurur duyuyorum…
Tülin Dursun Boncuk Hanım’la retorikler 30.01.2019
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
26 Oca
Hiç beklemediğin bir anda gelir o telefon.
”Öldü…”
Hiç beklemediğin bir anda anlarsın ki yarına kalmamalı sevmek, sarılmak, omuzunda ağlamak, ”bir şeye ihtiyacın olursa ben buradayım.” demek…
Yarına güvenmişsindir. ”bugün olmazsa yarın olur” demişsindir. yarın diye bir şey olmadığını anlarsın o hiç beklemediğin anda.
Eksik kalır cümle.
Kavuşma eksik kalır.
”Bak ben geldim.” diyecektin.
Sen eksik kalırsın.
Sonra bir sigara yakarsın.
Şişenin dibindeki rakıyı çay bardağına doldurursun.
Perdeleri kapatıp onun sevdiği türküyü açarsın.
Evlerinin önü mersin
Ah sular içmem kadınım dersin dersin
Ah sular içmem kadınım dersin dersin
Mevlam seni bana versin
Al hançeri kadınım vur ben öleyim
Ah kapınıza bitanem kul ben olayım
Al hançeri kadınım vur ben öleyim
Ah kapınıza bitanem kul ben olayım
Evlerinin önü susam
Ah su bulsamda kadınım çevremi yuğsam
Açsam yüzünü baksam dursam
Al hançeri kadınım vur ben öleyim
Ah kapınıza bitanem kul ben olayım
Al hançeri kadınım vur ben öleyim
Ah kapınıza bitanem kul ben olayım
Al hançeri kadınım vur ben öleyim
Ah kapınıza bitanem kul ben olayım
Dün gitmiştir.
Yarın gelemeyecektir.
Yaşadığın an gerçektir sadece.
Vakit varken geç kalmamalı insan, ne sevdiğine ne de kendisine. vakit varken görülmeli hesap, sevilmeli yar, sövülmeli düzen. İçte, içeride bir yerlerde kök veren ne varsa yarına kalmamalı. vakit varken içmeli, sevişmeli, savaşmalı, kaybedip kazanmalı. Vakit varken ağlamalı, gülmeli, kederle de kaderle de tanışmalı, düşmeli, kalkmalı, yarayı da, yari de, yaradanı da sarmalı.
Hiç beklemediğin bir anda gelir o telefon.
”Öldü…”
Anlarsın ki, ertelemek hatadır. ertelemek yanılgıdır.
Şimdi
Şu anda
Varsa imkanın
Yoksa da yaratılacak gibiyse
Yanındaysa sarıl.
Yoksa telefonla ara
Yollara düş bul sar kokla.
”Sana geldim’ de ”Sebebim yok özlemden başka, sana geldim.”
Geç kalma…
Yoksa
Hiç beklemediğin bir anda gelir o telefon.
”ÖLDÜ…”
(ALINTIDIR)
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
25 Oca
Keşke…
Sizi özledim desem inanır mısınız? Ben sizi şimdiden çok özledim. Sesinizin huzur veren büyüsüne öyle kapılmışım ki, yanımda değilsiniz diye içimdeki odamda ışıklarım sönüyor.
Ben çok üzgünüm sizi bu kadar geç tanıdığım için. Keşke sizi daha önceleri tanısaydım. İlkokula birlikte gitseydik mesela. Hayata birlikte adım atmalı, birlikte hayal kurabilseydik. Keşke hayatın bütün acısını daha en başından sizden alıp, yerine gül yapraklarını verebilseydim.
Keşke o hiç doyamadığınız anne, babanız olsaydım. Sıkı sarılırdım size; hiç bırakmazdım kendinize…
Keşke hayat sizi incitmeden önce bilebilseydim varlığınızı. İnciten nedenlere ana, avrat küfredip yok etseydim etrafınızdan.
Acının, kırılganlığın izleri var yüreğinizde. Çünkü o yürek bende sizin için atıyor.
İ.Ü Psikoloji Pınar
Anlık Duygular, Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
17 Oca
Delice;
Daha kaç rengi var gözlerinizin göremediğim, görsem de anlatamadığım?
Biliyor musunuz Delice, yaşadıklarınızın bütün izlerini ve yaralarını taşıyorsunuz yüzünüzde. Acılarınızın tanıkları belki de kazandıklarınızın ödülleridir.
Herkes mutluluğu rahat etmek, isteklerinin gerçekleşmesi için düşünürken en yaralayıcı çelişkide bile bir mutluluk bulunabileceğini gördüm saklamaya çalıştığınız bakışlarınızda; iyi düşünceler adına on milyonlarca insan öldürülmüş ve dünya hala iyi bir yer haline gelmemişken inatla ve umutla yaşanılası iklimler için çaba gösterilmesi gerekliliğini öğrendim.
İnsanlarla aramdaki uçurum giderek arttığında ve kendimi anlatmakta zorlandığımda çantamı alıp, uzaklaşıyorum. Yürüyorum nereye gittiğimi bilmeden. Yorulana kadar, bitap düşene kadar yürüyorum. Yürüdükçe daha iyi düşünüyor, sanki doğruyu yürürken bulmuş gibi oluyorum.
Sevgili Delice; siz de yüreğinizi hiçbir yere sığmadığında yürüyün! Kaldırımların acımasızlığını ve suskunluğunu hissedene kadar yürüyün! Bunca kaldırım varken yüreğinizden gelen seslere kayıtsız kalmadığınız, hak etmeyi kimsenin başaramadığı o değerli sevginizi hiç çekinmeden gözlerinizle insanlara verdiğiniz için kendinizle gurur duyun ve öyle bakın aynalara; inanın daha fazlasını göreceksiniz.
Güzel günler size de doğacak.
Sizi seviyorum Delice Gülüm…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
1 Yorum
24 Ara
Mezarına Mektup Bıraktım
Hani saçlarıma taç yapacaktın bahar geldiğinde? Kır çiçeklerinden olacaktı hem de. Saçımın tellerine mimoza kokusu bulaşacaktı hani? Oysa bulutları değdirdin gözlerime, acıyı da yüreğime mahkûm edip, gittin.
Hani dört mevsimden başka bir mevsim yaratacaktın bana? Zemheriye bulandı bedenim.
Hani hiç solmayacaktı “hüzün gülün”? Güneş’imdin hani?
Hani yaşamla düetimiz? Hani aşkla dansımız?
Aşka günah uğratmadık biz. Sensizliğe “dur” diyemiyorum. Yıllar yoruldu, günler durdu yokluğunda. Yüreğime kök salan sarmaşık hüzünlere eğildi.
Kara gözlerin bağ bozumu eğlencesinde asılı.
Belleğim ihanetlere durmuyor. Canım çok sıkılıyor buna. Seni düşünmek kedere yatırıyor beni. Oğlak dönencesi yadsıyor çekimi. Her şey yaraladı beni ama sen öldürdün. Aslında yokluğun gün kadar öldüm. Sana yaktığım ağıtlar delice kokuyor.
Evreni sensiz aşk rengine boyadım.
Umutsuzluktu yaşadığımız tadamadan mutluluğu. Doyumsuzluğumuzun acısını hissettik içimizde, bedenlerimizde. Kıvrandık durduk öylesine.
Arınamadım korkularımdan. Koşup da sana gelemedim.
Yeni sürgünün sonbahar başaklarıydık biz. Şimdi hasat zamanı…
Bir gün bana “Haydi, vakit şimdi. Gel benimle! Dedin. “Olmaz” demiştim sana. Sen gittin. Geride kalan ben ve kara gözlerindi.
Yüreğin de bende kalmıştı. Geri istemedin benden. Karşılığında yüreğim sürüklenerek peşinden koşmuştu.
İç dünyamın ciddiyetinde bir yosmalık, bir günahkârlık mı vardı ki, bu aşka kürek sallamıştım ben? “Beyaz ” yaşamıştık biz aşkı. Sen öyle diyordun. Yaşadığım aşk beni bir azize yapmaz biliyorum ama aşkıma duyduğum saygı bizi yaşatacak.
Son görüşmemizi anımsar mısın “Güneş Yüzlüm”? Elinde güllerden bir demetle çaldın kapımı. Ertesi gece de konsere gittik. Konser çıkışı Rus Tenoru taklit ederek “Siyah Gözler”i söyledin Taksim Meydanı’nda. İkimizden başka kimse görmedi bizi değil mi? İkimizin aşkı, perişanlığı ve de çılgınlığı doldurmuştu meydanı. Meydan sen ve ben dolmuştu.
Bu gün aralık ayının yirmi yedisi ve benim doğum günüm! Yanımda yoksun. Telefonun diğer ucundan sesin gelmedi. Meğer son nefesinmiş benden giden. Ben beklemelerdeydim. Sonra ben geceleri yatağa seninle girdim. Sabahları yokluğuna açıldı gözlerim.
Sana kavuştuğumda kırgın bakacağım kara gözlerine. Hüzünlü olacak bakışım.
Sen mutlu bakıyorsun bana. Benim gözlerimde hüzün var.
Ya sen bana gel diyorum, ya da hüznümü al yanına.
Yabanıl ağrı var yüreğimde. Yüreğim yorgun. Yüreğim olmadan yüreğimde.
Senin kara gözlerine ekmiştim ya hüznümü? Ben o hüznü yaşatmayı seviyorum artık, sen benim hüznümü seviyorsun diye.
Mezarına hüzün gülleri ekiyorum gözyaşlarımdan. Onlar hiç solmayacak ve kurumayacaklar.
Doğum günümde ölecek kadar çok sevdiğini biliyordum beni. Bana verilen en güzel hediye bunu mu seçtin? Çok mu aradın ölümü? Paketi kendi ellerinle hazırlamışsın belli. Paketten pişmanlığı, ezilmişliği, gururu, sevdayı, umudu ve umutsuzluğu ve de korkuları çıkarıp attım çöpe. En diptekini sakladım tekrar koyarak kutuya. Görebileceğim en güzel yere, yüreğimin ortasına sakladım onu. İçinde aşkımız ve hüznümüz var. İçindeki kutsallığı kimse göremez korkma! Çünkü etrafını da hüzünle ördüm.
Giderken hiç olmazsa gölgeni bırakabilirdin bana. Gün akşamlara çalmaya başlayınca, geceyi seninle gün gibi yaşamak ne güzelmiş! Batan günle beraber gölgeler gibi yok oluyoruz. Kahrediyor bu beni. Korkularımı sürgüne yolluyorum.
Bak! Yine yokluğun kapladı evreni. Her yer senin yokluğun kokuyor. Yaşamakta değil yüreğim. Hep açmakta “hüzün güllerin”.
Karlı bir günde gideceğini bilseydim, tersine doğdururdum güneşi. Güneş bile sen olamaz artık. Narçiçeği renginde güneşim duymaz dualarımı. Batış o batış! İçimde bir sen varsın gerçek gibi…
Ben sana geldiğimde “hüzün gülleri” çıldıracak sevinçten. Güneş sendin ya?
Güneş hani yavaşça yükselir tepende. Fark etmezsin önce nasıl yükseldiğini ama yükselir. İşte öyle bir an gibi geleceğim sana.
Ya sen gel bana, ya da “hüzün gülünü” yanına al artık!
27.12.2006 T.D…Kaç yıl geçti aradan? Hani özlemezdim seni?
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
17 Ara
UNUTTURDULAR
Biz kadınlar yanlış yapıyoruz!
Önce aklımızı, sonra bedenimizi, daha sonra da özgürlüğümüzü, kişiliğimizi kiralık arsa gibi parselleyen ve parselledikten sonra bizi kendi malı gibi gören erkeklere bir şekilde “dur, yeter!” diyemiyoruz.
Siz hiç savaş çıkaran, silah tüccarlığı yapıp da çocukları öldüren kadın gördünüz mü?
Hani savaşlara dur diyecektik? Hani birleşecek ve kadın üstünlüğünü kabul ettirecektik?
Ne oldu biz kadınlara?
Hani barış için savaşmak gerekir diyen erkekler var ya? Onların yüreklerine barış için sevgi ekecektik?
Haydi, söyleyin ne oldu bize?
Dur! Ben söyleyeyim.
Erimizin gönlünü hoş etmek, ona boyun eğmek için yüreğimizin süngüsünü kırdık.
Barış nerede? Yalnızca sözcüklerde veya çocuk isimlerinde mi kaldı yoksa?
Barış pusuda beklemiyor artık!
Toprağı, denizi ve her yanı kan kokan bir evrenin ekranları bile kana bulanmışken, kavramını unuttuğumuz barışa özlem duyabilir miyiz?
Biz kadınlar savaşı çoktan yitirdik…
Umarsızlığımızın ve kaybettiklerimizin vergisini en ağır bir şekilde ödüyoruz. Karşılığında hiç bir hak alamadan.
Nerede bana verilmeyen, çocuklarımın asla sahip olamayacağı, torunlarımın hayal bile edemeyeceği “BARIŞ”?
Dünya ekonomisini kendi çıkarları uğruna elinde ve dengede tutabilmek için “çocukları” da vuruyorlar. Can kokulu bebeler sökülüyor kurşunlanarak ana rahimlerinden. Bunların hesabını soracağım, faturasını keseceğim adres ve vergi numarası hangi ölüm sever şirkete (ülkeye) ait?
Barışı ararken bize kadın olduğumuzu unutturdular.
Bize sevgiyi unutturdular.
Bize aşkı unutturdular.
Kadın çığlıklarımız çarmıha gerildi. Avazlarımız içimize kan akıyor.
Barışın, sevginin nerede saklandığını, kimlerin koynunda sabahladığını bileniniz var mı?
Hangi “Güneş” doğumunda uyanıp da, soğumuş yatağımıza girecek dersiniz?
Dünyadaki açlığa, törelere, dayaklara, ölümlere, eğitimsizliğe, sağlıksızlığa sevgisizliğe “DUR” diyemedikten sonra nerede kaldı kadınlığımız?
Bize kadın olduğumuzu unutturdular.
Çocuklarımıza bir şey kalmıyor.
Tülin Dursun
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Ara
Yazmayı çok sevdiğini söylemiştin bana, anımsadın mı?
Daha çok küçüksün canım, çok küçük. Sana önerim; çok okuman. Fikirler sana uysun veya uymasın; çok okumalısın. Sonra nasıl ve ne yazacağını sen kendine göre seçeceksin.
Bu mektubu yalnızca senin için kaleme almadım. Arkadaşların için de geçerli, onlara da okuyabilirsin.
Duyguları, düşünceleri kağıda dökmek, sonra onları okumak ve içten içe mutluluğu yaşamak! ” İşte şimdi oldu!” Demek. Biraz sonra yazdıklarınızın hiçbir değerinin olmadığının bilincine varmak. Yazdıklarınızı buruşturup, çöpe atmak. Dinlediğiniz şarkının bir sözünden, ufak bir çocuğun veya bir üstadın dilinden dışarıya aktarılan bir sözcükten etkilenmek. Tekrar kâğıda, kaleme sarılmak.
İçinizde yazmaya dair oluşan coşkunuz varsa eğer, bu böyle sürüp, gidecektir. Her yazdığınızdan sonra ( yapıcı, yenilikçi eleştiriler alıyorsanız) daha bir olgunluğa erişirsiniz. Bazı zamanlar sizin hiç de hoşunuza gitmeyen yazılarınız, şiirleriniz veya öyküleriniz öylesine övgüler alır ki; şaşarsınız. Bunun tam tersi de olabilir. Sizin beğendikleriniz başkaları için bir hiçtir.
Övgüler bizi şımartmamalı. Yermeler ise asla küstürmemeli.
Bütün bunların yanında size bir ” yazar, şair, düşünür” gibi etiketler konuluyorsa eğer; işte o zaman yazmak korkutmalı. Çünkü sizden beklediklerine göre işiniz zor demektir. Hele içinizde yazma isteği olup da gerçek edebiyatçılar arasındaysanız, bocalarsınız. Bocalamanız, korkmanız, endişelenmeniz sizi kamçılamalı. Daha iyiyi, daha güzeli, daha doğruyu yazabilmek adına tüm eleştirileri dikkate almalısınız.
Yazmanın bir olgunluğu vardır ve bu acımasız eleştirilerden kazanılır.
İçimizde duygu kıpırdanışı yaratmayan, bize bir şey anlatmayan, bizi düşündürmeyen, bir dolambacın çıkışsızlığında mahkûm ettiren, yaradılışçılığı olmayan, yinelemelerden öte geçemeyen, en önemlisi de hayallerimizi genişletmeyen şiirin, öykünün, yazının edebi değerini yargılamak ve düşünmek gerekir.
Yazmak rahatlık verir. Yazmak yazarın sağalmasını kolaylaştırır.
Şimdi bir adaya varıyor yolculuğumuz. Yanınıza yalnızca üç şey alabilirsiniz.
Bilginizi,
Kâğıt-kaleminizi,
Ve de en önemlisi;
Sevginizi alın olur mu?
Buradan ayrılmamak üzere demirliyoruz teknemizi rıhtıma. Ada gönüllüleri inmeye başladı bile.
Dedim ya size, ” Yazmaktan korkuyorum!” Diye?
Öğrendim artık dostlar, öğrendim.
Yazmak gerçekten de ” Yürek İşi”
Delice Anneannen Tülin Dursun
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
08 Ara
(İpek çiçeğim, Mina Bahar’ıma)
Yazamama düşüncelerinden yorgunum. Uykunun bedenime girmesine direniyorum. Yattığımız oda çok sıcak. Üstünü açmışsın. Yorganını örtüp, camı aralıyorum.
Gözüm sende, aklım yazamadıklarımda. Camın aralığından içeriye şubat zemherisi doluyor. Gökyüzü berrak yıldızlarla süslü gibi duruyor. Elimi uzatıp, avuçlarıma yıldızları doldurmak istiyorum. Biraz daha asılsam!
Nefesim buz tutacak gibi. Yıldızlar kaymıyor. İçimden “küçük ayının” kuyruğunu koparmak geliyor. Kar Tepe’nin yıldızlarını dünyanın bütün çocuklarına umut diye göstermek istiyorum.
Geyik Alanı’ndan kurt ulumaları geliyor. Soğuk bedenimde, korku damarlarımda dolaşıyor.
Oda soğumaya başlayınca camı kapatıyorum. Kurt ulumaları devam ediyor. Avlanmakta oldukları belli oluyor.
Aklıma soğukta kalan insanlar geliyor. Ardından çocukları düşünüyorum.Isınmak için yangın çıkaran, ölen çocuklar! Soba gazından zehirlenenler.
Afrika’da beyaz adamın gazabına uğramış, karnı şiş, sıska ve aç çocuklar!
Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de yüzlerce mayın kurbanı çocuk!
Hiç şeker, çikolata yememiş gül yüzlü çocuklar…
Camii avlularına, yuvalara, çöplüğe terk edilen çocuklar!
Sevgiden, oyundan, oyuncaktan mahrum çocuklar!
Çocuk olmadan büyüyen boyacı, mendilci, sakızcı, simitçi çocuklar!
Üç kuruş paraya dilenmeye zorlanan çocuklar!
Töreye kurban, katil damgalı çocuklar!
Beş dilim baklava için yarı ömür tutuklular! Büyükleri tarafından kullanılan “taşçı” çocuklar!
Dedeleri yaşındakilerle gerdeğe zorlanan çocuk gelinler! Okula gidemeyen, kitap-defter-kalem bulamayan çocuklar!
Çocuğu için süt çalan babalar, aç bebelerini doyuramayan analar! Çocuklarına nafaka diye organlarını satışa çıkaranlar!
Bunlara seyirci kalan zenginler, aydınlar, siyasetçiler!
Mina Bahar’ım;
Keşke kocaman bir genç kız olsaydın da seninle dertleşseydik. Söylemek, yazmak istediklerim o kadar çok ki!
Sen, güzel torunum!
Sabah sıcak bir odada, sana sevgiyle bakan gözlere uyanacaksın. Her türlü yiyeceğin önünde hazır bekleyecek.
Doğuda insanlar soğuktan şansızlıklarına lanet ederken; sen kardeşlerinle, arkadaşlarınla kardan adam yapıp, kartopu oynayacak, kızakla kayacaksın.
Çok şanslısın kız çocuğu!
Haydi! Uyan artık! Sabah olmadan, yıldızlar solmadan Kar Tepe’nin bütün yıldızlarını dünya çocuklarına sevgi diye, barış diye toplayalım.
Olur mu?
Tülin Dursun Torunuma…
Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Ara
Canım Zeyno!
O kadar ufaksın ki, bazen seninle neyi dertleşeceğimi bilemiyorum. Ama olsun. Nasıl olsa bunları ancak çok büyüdüğünde değerlendireceksin.
Bu gün sana oğlunu yitiren bir annenin duygularından, ölümden söz edeceğim.
İlk çocuğuydu. Dokuz ay karnında taşırken, gelecekte onun nelerin beklediğini bilmiyordu. Bilseydi doğurur muydu? Doğduğunda olanaklarının hepsini ona kullanıyordu. Bazen kocası bile biricik oğlunu kıskanıyordu. Bunu açıkça itiraf ediyordu. Bulunduğu ülkenin çocuk yetiştirme şartlarını bildiğinden biricik oğlunu kendi kültürümüzde yetişsin diye ilkokul çağına başlar başlamaz İstanbul’a kız kardeşinin yanına yollamıştı. Her yaz ve yarıyıl tatillerinde lisan öğrenmesi ve hasret gidermesi için yanına alıyordu. Oğluna her şeyin en iyisini alıp, yolluyordu.
Zaman su gibi aktı, gitti. Koray büyüdü. Üniversiteye başladı. Çok yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Öyle yağız bir delikanlı olmuştu ki, yalnızca genç kızların değil, evli kadınların bakışları bile onun üzerindeydi. Koray yakışıklı olduğunun farkındaydı ama hiç şımarmazdı. Arkadaşları arasında da mert oluşuyla tanınırdı. Kimse onsuz eğlence yapmazdı, özel bir gençti.
Üniversiteye başladığının üçüncü ayında arkadaşının kullandığı arabanın mısır tarlasına yuvarlanmasıyla iç kanamadan öldü.
Anne ve baba bulundukları ülkeden geldiler. O gencecik fidanı kendi elleriyle, gözyaşları içinde toprağın bağrına emanet edip, gittiler.
Ölüm acılarının en büyüğü evladı yitirmektir. Bedenimizin bir parçasını günler, aylar, yıllar süren bir özveriyle büyüttüğünüz, yoluna canınızı koyduğunuz, hiçbir karşılık beklemediğiniz, yaşama nedeniniz ve sevinciniz olan çocuklarınız kaç yaşında olursa olsun; o sizin gözünüzde hep bebeğinizdir. Bu varlığı bir daha koklayamamak, sarılamamak, öpememek ve onun için yapmak istediklerinizi, hayallerinizi gerçekleştirememek o evlatla ölmekle eş anlamlıdır.
Koray toprağa girdiğinden beri nerdeyse otuz yıl geçti. Babasının acısı, annesinin gözyaşı hiç bitmedi.
Annesinin bütün tesellisi, oğluna kavuştuğunda ona öyle bir sarılacak ki, bir daha hiç ayrılmayacaklar.
İşte Zeynep, ölüm her yere, her eve uğruyor. Dileğim çocuklardan, gençlerden uzak olmasıdır.
Zamanı gelince ben de gideceğim elbette ki. Ölümüm hep düşlediğim gibi olsun isterim.
Yarım asırdan fazla yaşamımda gerek yakınlarımızdan, gerekse hastalarımdan çeşitli hastalıklar ve olaylarla çok kişinin ölüm anında yanında oldum. İster yakınımın isterse hastamın ölümü hep benden bir şeyler götürdüler. Ölümlerinde yanında olamadığım kişilerin, bir gün geri dönecekleri inancı oyaladı beni. Gelmeyeceklerini bildiğim halde; hangi ruhsal durumda olduğumu bilmeden öfke duydum. Öfkem benden habersiz öldükleri içindi. Biliyorum, saçmalamak böyle işte!
Tanımadığım, bilmediğim, hiç duymadığım genç ölümlere, çok sevdiğim yazar arkadaşlarıma, sanatçılara hep ağladım. Dağlarda kol gezen teröristlere hedef olan Mehmetçik’e atılan her kurşun bana saplandı.
Kendi ölümümü düşündüğümde; ölümden korkmuyorum. Onurlu bir ölüm düşlüyorum. Aptalca bir olayda ölmek istemem. Ölümüm kimseye zarar vermemeli, benim yüzümden kimsenin canının yanmasını istemem. Geride bıraktıklarım arkamdan kavgaya tutuşmamalı. Belki zamanla unutacaklar, onlara iyi şeyler bırakırsam beni daha iyi, kötü anılar bırakırsam beni kötü anacaklar. Bundan benim hiç haberim olmayacak. Saklanıp, bir yerden onları gözetleme olanağım hiç ama hiç olmayacak.
Ne ölümden, ne de unutulmaktan korkan biri değilim. Yaşamım dopdolu geçti. Boş zamanım hiç olmadı. Uykuda geçen zamanın yaşam için savurganlık olduğunu düşünerek az uyudum, çok çalıştım. Geceden çalıp, gündüze ekledim. Kendimi asırlık çınar gibi görüyorum.
Ölüm zamanım geldiğinde isyan etmeyeceğim. “Neden ben?” diye sormayacağım. Geçmişimle hesaplaşmayacağım. O hesaplaşmayı ben yaşarken kapattım. Kimseye kin duymadım.
Giderken diğer tarafta beni güzelliklerin beklediğini hayal ederek gideceğim. Dünya ile vedalaşmam çok kolay olacak.
Kapısında yeşil ışıkla “giriniz” yazılı yere tereddüt etmeden, başım dimdik, onurla gireceğim. Ölüm anımda yanımda kimsenin olmasını istemiyorum. Beni sanki az önce uyumuş gibi dudaklarımda bir veda gülümsemesiyle bulmalılar. Sessiz vedamı hiç kimse çığlıklarıyla bölmemeli. İçlerinden yalnızca “yolun açık olsun, huzurlarda uyu” demeliler. Ölümüm kimseye korku ve öfke vermemeli.
Arkamda cenaze namazımı kılmaya gelenler cami avlusunu bir ağıt, bir dedikodu yerine çevirmemeliler.
Ben sağlığımda en küçükten en büyüğüne, tüm insanlara saygı gösterdim. Musalla taşında ve omuzlarda taşınırken hayatımın tek ve gerçek saltanatında bilinmeyen yolculuğumda saygı beklerim Bu bana değil; ölüme saygı olmalıdır.
Ağlayarak geldiğim, delice yaşadığım bu dünyadan sessizce ama onurlu gitmeliyim.
Arkamdan ağlama Bebek! (GÜN DÖKÜMÜ MEKTUPLARI) Tülin Dursun
Anlık Duygular, Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
02 Ara
Gözlerinde sonsuz bir sevgi denizi saklayan Kahramanıma;
Öylesine derin ki gözleriniz, beni içine düştüğüm ve çıkmak için çabaladığım karanlık kuyudan çekip aldı beni bir anda.
Gözlerim kamaştı sizi ilk gördüğümde ve yüreğim bedenime sığmadı. Herkesin çocukluğunda bir kahramanı olmuştur. Oysa ben kahramanımla doğdum.
Bir insanı sevmekle başlıyorsa her şey, benim hayatım da sizin sevginizle başladı. Size bir hayat, sevgi, mavi siyah bakan bir çift göz borcum var.
Bu garip, zavallı dünyayı yaşanır kılan sevgi olmalı. Sizin sevginiz gibi bakmalı herkes. Siz sevgi ile baktığınızda güzelleşiyor bu evren.
Sizden hayat alarak yaşamak beni çok mutlu etse de, size acı verdiğimi hissetmem içimi acıtıyor. Acaba ağaçlar büyürken toprağa acı veriyor mudur?
Sizi çok seviyorum. Bir kez annemi kaybettim ben; sizi kaybetmeyi göze alamam.
Gözleriniz hep bende bakılı kalsın olur mu?
Mimar Sinan Öğrenciniz Y.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
02 Ara
Çocuk yorgunluğumdayım yine…
Hayatın sokaklarında oynadığım oyunlarında hem yuttum, hem de yutuldum.
Topaçlarım hızla dönerken, çemberlerim taşlara takıldı. Ortada cevizlerde hep ya başı vurdum ya da ıskaladım.
Evcilik oyunlarında anneliği beceremedim, iyi bir öğretmen oldum.
Eksiklerimi, kusurlarımı taşımamak için yarınlara hep öğrenci kaldım. Öğrenmediklerimi hiç ertelemedim, saçımı taramayı unuttum…
Koca bir aşkı sessizce, umutsuzca yaşadım, çırpındım. Ne Emirgan’ın ne de aşkın haberi olmadı bundan…
Yarınlara küseceğimi anlamadı çocukluğum; yorgunluğumu hep hayatın mızıkçılığına yükledi.
Kıskanç çocuk acımasızlığında zaman, çaktırmadan hayallerimi çaldı. Kendi hayallerimi kurdum, salıncaklarla gökyüzüne sallanan. Hayat oyunu bu ya? Salıncağımın ipleri en yükseklerde koptu hep.
Çocuk yorgunluğundayım yine…
İçsesimle geçmişimi çağırırken, yarınlarıma yalvarıyorum.
Hayat! Benden çaldığın oyuncaklarımı geri ver!
Ben artık senin oyununda yokum, vazgeçtim oynamaktan… Yorgunum, yılgınım, bezginim, gitmek istiyorum; izninle GAİA Ana…
Kırgınım ama asla kızmıyorum. Sevgiyi türkü gibi, şarkı gibi camdan gözyaşlarımla söylüyorum…
Tülin Dursun (KİM ÇAĞIRIYOR BENİ?)
“GÜNDÖKÜMÜ MEKTUPLARI”
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
01 Ara
“Refik abi sen beni niye ağlattın?”
Ahmet Erhan böyle yazmıştı. Refik abi bugün bizi ağlattı.
Şiirimizin ustalarından, ama her zaman ‘çırak’ gibi davranan Refik Durbaş.
Şiiri yurdu gibi, yurdunu şiir gibi sevdi. Bu yüzden en çok yurtsuzların, kimsesizlerin, gurbetçilerin şiirini yazdı.
Şiirimize her dilde rahatça söylenebilecek yerel tatlar kattı. Kendi dili de öyle tatlıydı.
Açık ve Erzurum yaylası gibi geniş bir yürekle sevdi insanları, şairleri, yazarları.
Biz de onu, şiirini, dilini, kişiliğini çok sevdik.
O hepimizin Refik Abi’siydi, bugün bizi ağlattı.
Üyemiz, canımız, değerli arkadaşımız Refik Durbaş, eserleriyle yaşayanlar arasına katıldı.Önünde sevgiyle saygıyla eğiliyoruz.
PEN Türkiye Yönetim Kurulu
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
28 Kas
EMİRGAN’ı YAŞAMAK HASRETİ
Emirgan’a gittim
Dün akşamüstü.
Çınaraltı’nda
Bir Emirgan ısmarladım,
Yudumladım yavaşça.
Emirgan arası bir
Kağıt helva yedim doyasıya…
Göründü iskeleden
Yana yatık
Aynalı Kavak Vapuru,
Doğrultmakta yüreğini
Emirgan’a doğru…
Selam yolladım Kanlıca’ya
Emirgan’a İstanbul ekleyerek;
Bir gün daha bitti yine
Emirgan yarınlarını bekleyerek!
Tülin İşleker (Şimdi Tülin Dursun)
Yıl: 1967...
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
22 Kas
ÜÇ ÇOCUK- HİÇ ÇOCUK
Bugün de deli(ri)yorum. Yanlış okumadınız. Hem deliriyorum hem de deli yorum yapıyorum. Ne bekliyordunuz ki benden? Kusura bakmayın ama benden size eğlenceli, hoşça zaman geçireceğiniz bir yazı çıkmaz! Bu konuda benim kalemimin ucu kırılıyor hep. Galiba hep sözcüğü yanlış oldu. Tam tamına on altı yılı aşkın bir zamandır benden size eğlenceli bir yazı akmaz. Zaten yazacak olsam kalemimin ucu yine kırılır.
Ne sandınız ki? Ben hala eski usul yazmayı seviyorum. Kurşun kalemlerim yontulmuş, Torunum Leyla’mın yani “GÜL YAPRAĞI”mın bana doğum günümde hediye ettiği el yapımı kupanın içinde kağıtla buluşmayı, onunla harfler sayesinde sevişmeyi bekliyorlar.
Siz hiç kurşun kalem nasıl yontulur bilir misiniz? Teknoloji çağı yumurcaklarını geçiniz efendim. Onlar bunu hayal bile edemez. Onların hayalleri bilgisayar kurguları ile uzay oyunlarını geliştirmek, saçma oyunlarla sosyalleşmenin tadına varmadan aileden uzaklaşmaktır.
Uzay diyorum, kurgu diyorum, savaş diyorum! Anlıyor musunuz beni? Anlamıyorsunuz işte ama okuyorsunuz değil mi?
Yani diyorum ki duygusuz çocukların yetişmesinde kimin imzası var? Ya kötü insanları nasıl seri üretime geçirdik biz?
Bakar mısınız yazdıklarıma? Kalem, yazı, duygu, savaş, kötü, iyi, çocuk. Bunlar benim şimdilik anahtar sözcüklerim.
Hangi anahtar kelimeyle başlamalıyım derken, radyodan bir kız çocuğunun kaçırıldıktan dört gün sonra cansız bedenine ulaşıldığı haberi kalemimin ucunu kırıyor yine.
Annesinin, babasının, sevdiklerinin öpüp, koklamaya bile kıyamadığı bir yavruyu vahşice öldürmüşler. Belki vahşi sözü hayvanlar için kullanılır ama bunlar yalnızca kötülük etmek için evrene gelen yaratıklardır.
İnsanoğlu kötüleşti, insanoğlu insanlıktan sevgi ve vicdan olarak nasiplenmiyor artık.
Evet! İnsanoğlu kendine has duyguların en büyüğü olan sevgisizlik ve vicdansızlıktan can çekişiyor!
Bırakın sürünsünler!
Bırakın ölsünler!
Bırakın gebersinler!
1999’dan beri ülkede ahlâk çöktü. Haydi canım çekinmeyin. Bunlar eskiden de vardı deyin!
Haklısınız! Vardı elbette. O kadar da haber değeri vardı değil mi? En ufak bir taciz, bir cinayet haberi gazetelerde sekiz sütuna manşet olurdu. Şimdi gazetelerin üçüncü sayfa haberi bile olamıyor. Kötülük sıradanlaştı. Sesini çıkaranın karşısına iğfal edilmiş adalet sistemi çıkmakta. Yeriniz hazır!
Ülkemizde ekonomik kriz her geçen gün kendini daha çok göstermekte. Büyük firmalar arka arkaya iflas isterken, küçük esnaf yok ediliyor. Orta halli kalmadı. Altta kalanların canı çıkıyor.
Bir zamanlar bu ülkede bir başbakan vardı. Tutturmuştu;
“Üç çocuk da üç çocuk!” diye.
Kimse nedenini sormuyordu. Bir, bilemedin iki çocuk yetmez miydi sanki? Hatta son zamanlarında beş çocuğa çıkarmıştı sayıyı. Nedeni genç nüfusa sahip bir ülke olmak mıydı?
Sanmam!
Samsun’da açlıktan ölen minik Kübra Bebek’i anımsayan var mı?
Hani yeni doğan bebeğine marketten süt çalan babayı?
Peki Muharrem bebeğin cenazesini sırtında taşıyan babayı? Hani canım 2014 yılında, Van’da?
Üç çocuktan biri ya hastalıktan ölecek, ya da açlıktan.
Kaldı geriye iki çocuk.
Berkin’i, Ali İsmail, Ahmet Atakan, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik’i hatırlayan var mı? Hani 31 Mayıs 2013 Taksim Gezi Olayları sırasında devletin ölüm emrini verdiği çocukları?
Ya tecavüzle öldürülenler?
Kur’an kurslarında taciz ve tecavüz edilerek gelecekleri karartılanlar?
Canları sıkıldıkça kendilerine düşman bellediklerinin üstüne yirmili yaşlardaki asker yavrularımızı ölüme yollayanlar?
Geriye iki çocuk kalmıştı ya? Onlar da öldü.
Geriye HİÇ ÇOCUK kaldı Delice Dostları!
Tülin Dursun 22.11.2018 Boncuk Hanım’la retorik…
Günce kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
19 Kas
İlahi münzeviliğim
Tutsaklığımı yırtıyor.
Dilim kilitlendikçe;
Düşlerim
İplere diziliyor.
Türkü gözlü
Çocuk yalvarışında
İç çekmelerim;
Senin toprağında ağıtlanıyor.
Özledim!
Gidenlerimi özledim.
Öyle borçlusun ki
Toprak sen bana;
Ciğerlerim sökülüyor!
Tülin Dursun (Kendi hayat oyunumun prelüdü)
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
01 Kas
Merhaba Meleğim,
Görüyorsun ya sana yazmadığım gün yok. Sen gelene kadar daha önceki yaşadıklarımı sana anlatmak, seninle paylaşmak istiyorum.
Gel seninle zaman makinesinden geçip, geriye gidelim.
Gel, korkma! Ben yanındayım. Tut elimi, haydi Bebek çok sıkı tut! Şimdi gözlerini kapa! Ben aç diyene kadar da sakın açma!
Yine lise yıllarındayım. Öyle yaramaz değilim. Biraz fırlamalığım var. Zaten yaramazlık yaptığımda ilgisini çekeceğim kimsem yok. Yalnızca zamanı biraz daha ileriye taşıma telaşındayım.
Yatılı okul arkadaşlıkları bir başkadır. Birbirinize o kadar bağlanırsınız ki, birden kocaman bir ailen olur. Yediğiniz, içtiğiniz, sevinciniz, gözyaşınız, kahkahanız aynı anda, aynı mesafededir. Arkadaşlarınız ananızdan, babanızdan ve hatta kardeşinizden daha yakındır. Herkesin annesi, babası hepimizindir. Yatılı okulda okumak ayrıcalıktır. Paylaşmaktır.
Aşklar hep beraber yaşanır. Sevinçleriniz, gözyaşlarınız hep o yatakhanenin içindedir. Dışardan ne gören olur sizi, ne de duyan vardır. Kimse birbirine “ aramızda sır kalsın” demez. Bu sessiz yapılan bir anlaşmadır. Sınıfın en küçüğü olmamın bana neler kazandırdığını daha sonra anlayacaktım.
Birbirimizin ailelerini çok iyi tanırdık. Hafta sonları evde yapılan yemekleri, börekleri paylaşırdık. Bazı hafta sonları yatılı ev ziyaretlerine giderdik. Ben genelde hep ceza alan bir öğrenciydim. Ceza yaptırımı ise ya hafta sonu iznim kalkar veya da okulun bize aydan aya verdiği cep harçlığından kesilirdi. En çok da hafta sonu çıkış yasağım olurdu. Suçum sigara içmekti.
Annem öldüğünde ağabeyim alıştırmıştı. O kadar çok cep harçlığım kesilir di ki, sigarasız kalırdım. Sınıfımız on üç kişiydi. Sigara olarak “Bafra “ içerdim. Yüz otuz kuruştu. Sigarasız kaldığımda sınıfı haraca keser, herkesten onar kuruş toplayıp bir paket sigara almak için okuldan gizlice kaçardım. Her seferinde yakalanırdım.
Benim iznim yalnızca Serap ve Esen arkadaşlarıma olurdu Serap Bakırköy’de, Esen ise Alpullu’da yaşardı.
Şimdi sana Seraplar ’da kaldığım bir hafta sonunu anlatacağım.
On altı yaşındaydım. Son sınıftaydım. Çok büyümüştüm.
Aslında hala büyümediğimi bu günlere gelince anlıyorum. İçimde bir kız çocuğu ve hep hınzırlık yapıyor. Bayrak töreni biter bitmez Serap’la beraber eşyalarımızı topladık, Taksim otobüsüne bindik. Oradan da Bakırköy otobüsü ile yolumuza devam edecektik. Karnımız acıkmıştı. Konuşarak eve vardık.
Sahi söylemeyi unuttum. Bizim zamanımızda cumartesi günleri de okul vardı ve yarım gündü.
Şükriye Teyze mis gibi kuru fasulye ve tereyağlı pilav yapıyordu. Fasulye turşusuz olur muydu? Aslında mevsim daha sonbahara dönmemişti ama biz Şükriye Teyzenin kuru fasulyesini özlemiştik. Masa hazırdı. Şükriye Teyze yandaki yazlık sinemaya gidecekti. İki film birdendi. Yemeğimiz bitince biz de gidecektik. İkinci film başlarken orada olmalıydık.
Şükriye Teyze sinemaya gitti. Serap ve erkek kardeşi Savaş sofraya oturduk. Savaş’ın aklına şarap almak geldi. Üçümüz paralarımızı ortaya koyarak iki şişe “ Güzel Marmara” şarabı aldık. Ben içki içmeyi bilmediğim için onlara bakarak başladım. Yemekten önce başlamışlardı. İlk kez tadıyordum. Kekremsi bir tat sanki yakıcı bir alev gibi beni sarmıştı. Üçümüz iki şişe şarabı bilinçsizce içip, bitirdiğimizde tabaktaki yemeklerimiz henüz bitmemişti. Kahkahalarımız sokaklara taşıyordu. Sonra birden mide bulantısı, kusma isteği ile tuvalete zor yetiştim. Serap ve Savaş’ın da benden kalır yanları yoktu. Tuvaleti sırayla ziyaret etmeye başlamıştık. Kusarken midemin dışarıya çıkacağını hissediyordum. Masa ortada, biz kendimizi yataklara atıverdik. Yalnız şarap şişelerini o kafayla nasıl ortadan kaldırdık, hatırlamıyorum.
Birinci filmin sonunda on dakikalık aradan yararlanan Şükriye Teyze bizi merak ettiği için eve geldi. Bizi yataklarımızda, kendimizden geçmiş bir halde görünce bizim yaptığı yemekten zehirlendiğimizi sanarak Dr. Hüsamettin Amca’yı çağırdı. Şimdi yanmıştık işte! Ya Doktor şarap içtiğimizi anlarsa ne olurdu? Ya Şükriye Teyze’ye söylerse ne olacak?
Doktor odaya girer girmez zorla doğrularak;
“Hüsamettin Bey, do you speak English?”
“Yes, I can.”
“Very good Doctor! We drank wine. Please don’t say mumm anymore.”
“Ok.”
Doktor Hüsamettin Amca Şükriye Teyze’ye;
“Merak edilecek bir şey yok Şükriye Hanım. Ben gerekeni yaptım Şimdiki gençler böyle işte, kendilerine dikkat etmezler. Yemekten önce aç karınlarına turşu yemişler. Korkmayın efendim. Rica ederim endişelenmeyin.” Doktor gitmişti.
Biraz kendimize gelir gibi oluyor, tam ayağa kalkarken baş dönmesiyle kendimizi yatağa atıyorduk.
Tam olarak ayıldığımızda Pazar günü öğle üzeriydi. İki saat sonra okula gitmek için yola çıkacaktık.
Vücudumuz kusmaktan susuz kaldığı için, üç gün boyunca ağzımızı adeta çeşmeye dayamıştık.
Bir daha mı? Tövbeler tövbesi!
İçkiyi evde kendi başımıza denemiştik. Ya dışarıda yabancıların yanında deneseydik? Kim bilir oradan alacağımız ders, bizi belki de dönülmez yollara götürecekti.
Gel artık Bebek!
(Gündökümü Mektupları)
Günce kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
31 Eki
Merhaba;
Mektup yazmaya davet etmişsin beni.
Ben diğer insanlara inat, mektup yazmayı hiç unutmadım Dostum…
Kurşun kalemin, silginin, kâğıdın, mürekkebin ilerleyen teknolojiye yenik düşmesinde benim bir suçum yok! Ucu yanık mektuplarla yaşanan aşk öykülerinin yerine cep telefonlarında veya sanal dünyada tıklanma rekorlarını kırmak için çirkinleştirilen, romantizmden kısmetini almamış duygularda benim suçum olabilir mi?
Sevgiliye mektup yazılmıyor dedim ya artık; sevginin yerine geçen maddiyat, maneviyatı boğmaya çalışarak toplum katliamına neden olmakta, ortaya sevgisiz, çıkarcı, doyumsuz bireyler türemektedir.
“Mektup yaz.” diyorsun Dostum!
Evet!
Yazmalıyım…
İçeriği ne olursa olsun, sana mektup yazmalıyım. Ömrümün geri kalan günlerinde bana yoldaşlık edecek hayallerimi yazmalıyım sana.
İçim kapkara!
Yazamıyorum işte…
Yok, öyle gücenmek, Koca Yüreklim yok!
İçimde öfkelerden, acımalardan yarım kalmış coşkulardan derlenmiş bir mektup olmalı diyorum; yazamıyorum…
Ham maddesi insana olan duygularımın nasıl çöktüğünü, enkaza dönüştüğünü anlatan bir mektup olacak gibi.
Gaia Ana’nın “İnsan Mühendisliği’ni yaratırken sevgiyi siyasetçilerimizin elbirliği ile yok ettiği, aynı toprağın, aynı güneşin beslediği bizlere ayırımcılık yaptığı, kendi bayrağımız altında ötekileştirildiğimiz gerçeğini unutmak mümkün mü Dostum?
Azınlığın çoğunluğa kafa tuttuğu, dış güçlerin çıkarlarına ortak olduğu, çocuklarımızın hayallerine kurşunlar sıkıldığı, gençlerin yok sayıldığı, ellerinden sevgisini çaldığımız yaşlılarımızın hor görüldüğü bir ülkede yaşamak giderek zorlaşıyor Dostum!
Devletimin bana vermesi gerektiğini, benden zorla alıp vergi adı altında kendi zürriyetine, yandaşına gelecek hazırlamasını mı yazmalıyım yoksa?
İnsanca yaşamamın kaynağı olan suyu ve elektriği her gün artan zamlarla bana bedava vereceği yerde, beni sağlıksız yaşamaya zorlamasını mı yazsam acaba?
Yoksa sana eğitim sistemimizin ezberciliğinden mi söz etmeliyim? Nasıl bir ezberciliktir ki bu, kendi coğrafyasını bilmeyen ama yaşamadan ezberleyen çocuklarımızın hallerinden mi anlatmalıyım? Hani çocuklarımızı yarış atı gibi okullardan dershanelere, dershanelerden sınavlara koşuşturan sistemimiz var ya, ondan demek istiyorum…
Çocuklarını sorun olarak gören, asıl sorunun kendilerinin olduğunun farkına varamayan ana-babalardan mı anlatmalıyım sana?
Elbette sana yazacaklarım bitmiyor Dostum! Bitmeyecek de…
Sanki sana mektup yazmıyorum.
Ağlama Duvarı gibisin Dostum!
Kara bir tablo yaptım; başucuna as diye…
Oysa ne güzel dileklerim vardı sana doğum gününde söyleyecek-yazacak.
Sana yazacaktım ki;
Can Dostum;
Sağlıkla-sevgiyle- barışla-umutla ve onurla hep yarınlara”
Her şeye rağmen ülkemin şu karanlığında karamsarlığa düşen yüreğim asla kötümser değil!
Bir dahaki mektubumda özlemlerimi yazmalıyım sana…
Seni seven “Delice Dost”
06.06.2010 İstanbul (Gündökümü Mektupları)
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
23 Eki
P.E.N Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu Usta Yazar Adalet Ağaoğlu’nun ödül törenindeydi.
ERDAL ÖZ EDEBİYAT ÖDÜLÜ’nün 11. si ADALET AĞAOĞLU’na sunuldu.
Ödülün gerekçesinde; “16 Eylül Pazar günü toplanan Erdal Öz Edebiyat Ödülü Seçici Kurulu, çağdaş edebiyatımızın temel taşlarından Adalet Ağaoğlu’nu edebiyatımıza sağladığı tüm katkılardan dolayı bu yılki ödüle layık görmüştür. Adalet Ağaoğlu, arka planlarında Türkiye’nin sosyal, siyasi, kültürel yapılarını işlediği romanlarını, yenilikçi anlatım teknikleriyle kaleme almış, günlükleri, öyküleri, roman ve oyunlarıyla edebiyatımızın doruklarından biri olmuştur.” ifadeleri yer aldı.
Her yıl bir üyenin ayrılıp bir başkasının katılımıyla yenilenen jüri, altı yıldır jüride bulunan ve bu yılın komitesinin başkanlığını yürüten Handan İnci’yi uğurlayacak. Gelecek sene jüriye katılacak olan yeni isim Metin Celal olacak.
Biz Uluslararası P.E.N Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu olarak kutluyor, sağlıklı bir ömür diliyoruz.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
22 Eki
Aşkolsun Cumhuriyet’i kuranlara, yaşatanlara…
Cumhuriyet aşktır.
Aşk, yaşatmaktır.
Yaşamak, iyiye, güzele, çağdaşlığa akmaktır.
Akmak ışık olmak, aydınlatmaktır.
Aydınlık, kadın-erkek birlikte dünyayı
daha mutlu bir geleceğe taşırken,
ülkenle gurur duymaktır.
Biz Türkiye deyince Atatürk’ün Türkiye’si,
Cumhuriyet deyince, Atatürk’ün kurduğu
Cumhuriyet’le mutlu olmaya, gurur duymaya
devam ediyoruz.
Türkiye PEN olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı
aşkla kutluyoruz, Aşkın sonsuzluğuna inanıyoruz.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
21 Eki
BEN GİDERSEM (A. Taner Kışlalı’yı anarken)
Martılardan, harflerden, denizden, tümcelerden arındırıyorum bu mektubu. “Herhalde” siz ve “bazı” sız kuracağım dünyamı. Ama balıklar olmasa içim rahat etmez. Yüreğim sorar hesabını.
Balıkları anlatayım biraz da.
Denizden öte, martıların karnından uzak. Bir balıkçı teknesi ilgilendirmesin bizi; bir balığın soluklarını duymak istemesin kulaklarımız.
Sadece üç saniye. Zaman balıklar için bir, iki… Üç saniye. Üç saniyede hafızayı yenile!
Do’dan si ’ye kadar notalarla dolu olmasına rağmen yaşam; balıklar ancak mi’ ye kadar gelebiliyor. Sonsuz sayı olmasına rağmen; balıklar ancak üçe kadar sayabiliyor.
İnsan da böyledir aslında. Hafızanın ihaneti denizden vuruyor.
“Ben, kendimi daha az önce terk ettim” sözleri yankılanıyor kulaklarımızda. Balıklaşıyoruz. Gazetedeki kayıp ilanları değişiyor. “Benliğimi kaybettim, hükümsüzdür.”
Başkalaşıyoruz. Tüm bu kargaşa içinde zamana karşı direnen tek yazılar oluyor. Bir şairin kalemiyle buluşuyor, balıklara gülüp geçiyor; arada bir hayret ediyoruz.
Hiç tanımadığımız yüzler hafızalarımızı tazeliyor.
Biz balık olmadan, balıklar biz oluyoruz.
Şaşkınlıkla izliyoruz.
(Beni büyüleyen kitap “BEN GİDERSEM” in sözcük sihirbazı Sayın Tülin Dursun’a)
Atıl Eylem Atakav Ahmet Taner Kışlalı için yazdığı kitapta bana yer vermiş Sevgili Pırıl’ın annesi…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
21 Eki
Dün gece bir anda kağıda damlayan cümlelerimden sonra size dair, bugün yüreğimi altüst eden sözcüklerinizle beni nasıl ağlattınız bilseniz!
Sizi anlatamamanın can çekişmesini yaşarken, benim için yazdıklarınız, ışığınızı hak ettiğimi harflerinizle hissettirmeniz içimi titretti. Yüreğim var olduğundan beri hiç böylesi bir mutluluk yaşamamıştı. Mutlulukla acıyı aynı anda hissettim. Yüreğimin etinde parçalandım.
Sizi aynalardan bile kıskanırken “Gül Yaprağı” nıza dokundum sanki. Hiç kıyamadığım yapraklarınız dökülecek sandım, aklım çıkacak gibi oldu.
“Siz Giderseniz” ?
Yıllar sonra ilk kez içimde acısıyla hissettim öyle bir durumun düşüncesini…Yıllar, yollar geçti.
Şimdi siz giderseniz, gidenlerimin sevgisi gibi içime işleyen sevginiz giderse; ben nasıl soluk alırım?
Üzerime yıkılmaz mı bütün gölgeler? Düğümlenmez mi boğazıma haykıramadığım sessizlik, boşluk ve sizden arta kalan acılarım?
İnanın bu iki şeyden başka hiçbir şey kalmıyor geriye. Zaten onlar da hiçbir şeyin varlığını devam ettiriyorlar; sessizlik ve boşluk!
Sizin kitabınız gerçekten “GÜL YAPRAĞI” nız. Gül yaprakları kadar ince, narin, sevgi kokulu. Güzel yüreğinizdi sizi yalnız bırakan. Her şey çirkindi bu güzelliği anlamayan yürekler için. Bu yüzden yalnızdınız ama yanılmadınız, etrafınızda size benzeyecek kadar güzel bir şey olmadığı halde dağıtırken bütün sevginizi.
Belli ki kimse duymadı, hissetmedi içinizden geçen fırtınayı. Ben de duymadım ama hissettim, hissediyorum, yaşıyorum işte. Bunu değiştirmek, fırtınayı yok etmek, o güzel yüreğe baharlar getirmek isterdim. Bunun olanaksız olması deli ediyor beni. Belki doğa umar olur size, belki bir güle benzediğiniz için sağaltılır bütün acılar.
Aldırmayın! Böyle olmasaydı, güzelliğiniz olmasaydı can çekişmezdim bunları anlatmak için.
Sizi bulmuşken böyle dünyanın en mavi siyah, en sevgiyle bakan gözlerinizi gördükten sonra hiçbir şeyin, hiçbir gücün sizi almasına izin veremem. Nefesim daralır, soluksuz kalırım yoksa.
“Siz Giderseniz” bırakmam diyorum size! Torunlarınızın size ihtiyacı var, gözlerini açmak için, sizi şimdiden çok sevmek, varlığınızı anlatmaya çalışmak, dünyanıza hoş gelmek için size ihtiyacı var, ihtiyacım var!
Bütün bencilliğimle size yalvarıyorum! Size gelmeme, size yetişmeme izin verin ne olur?
Bütün iyiliğini, saflığını kazandığım taraflarını hayatın, düşüncelerimin en taze kaymağını, sabahın ilk saatlerini veya yakamozu, mutlu sonla biten filmlerini, görmek istediğiniz rüyaları, kurmak istediğiniz hayalleri, kaybeden yanlarını gururun, nefretin ve en iyi tarafını kesip; güzellikleri vermek istiyorum size. Bana izin verin!
Perdenin kapanmasını, alkışların kesilmesini istemiyorum.
Şimdi siz benim de
“Delice” m olacaksınız. (…..)
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
19 Eki
Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine,
Milletin her kazancı, milletin kesesine,
Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine,
Toprakla savaş için ziraat cephesine.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak,
En yeni aletlerle, en içten çalışarak,
Türk için, yine yakın dünyaya örnek olmak,
Kafa dinç, el nasırlı, gönül rahat, alın ak.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
Kuracağız öz yurtta dirliği, düzenliği,
Yıkıyor engelleri ulus egemenliği,
Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği,
Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
NOT: Dönemin güzel insanlarına selam olsun…
BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR
Anlık Duygular, Duyuru/Etkinlik kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
17 Eki
İlginize çok teşekkürler.
İletişim adresime;
www.pen.org.tr adresinden ulaşabilirsiniz.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
16 Eki
Merhaba kitapseverler!
10 Kasım Günü ve daha sonraki günler kitap fuarındayım.
Salon ve standımızı en kısa zamanda bildireceğim.
Ayrıca o gün P.E.N Yönetim Kurulu ve üye arkadaşlarımızla konusu: “KÖY ENSTİTÜLERİ ve EDEBİYAT-ANILAR Konulu panelimize bekliyoruz.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
15 Eki
GÜLE GÜLE MEHMET NAZIM, YOLUN AÇIK OLSUN.
PABLO Armando Fernandez’den baban NAZIM’a , PABLO NERUDA’ya ,
ATATÜRK
ve tüm KURTULUŞ DESTANI yazanlara selam olsun.
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
05 Eki
YAZILARIM ÇOK YAKINDA YENİ DÜZENLENMİŞ SİTEMDE OLACAK.
Yeniliklere ayak uydurmak gerekiyor değil mi?
Üniversite hayatımın bilmem kaçıncı fakültesini altüst ederken
gençler ödevlerini bilgisayarda yazarken, ben itina ile el yazısıyla yazmak için
sabahlara kadar çalışırken kıskançlıktan çatlıyordum.
Çok yalvardığım olmuştur birilerine ödevlerimi bilgisayarda yazsın diye.
Şimdi mi?
Ben onlara ödevlerinde yardım ederek para kazanıyorum.
Sitemin görünüşü solgunlaştı. Baharı bitti.
Sonbaharın güzelliğinde yer elması çiçeği gibi açacak yakında…
Teşekkürlerim, saygı ve sevgilerimle….
TÜLİN DURSUN…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
23 Eyl
Ah!
Ah diyorum kendi kendime.
Sırası mıydı engellere takılmanın?
Canlılar temelde altı guruba ayrılır.( bazılarına göre beş)
Biz insanlar hayvanlar aleminin memeliler gurubuna dahiliz. Memeliler.
Ne o? Ufak bir gülücük mü fırlattınız bana doğru? Sizin gülüşünüze kurban olanlar elbette vardır ama hınzır gülüşünüze değil.
Can değerlim, cesur ve koca yüreğinden öpülesi Şair’im Küçük İskender’in en güzel kadın ve erkek tespitlerinden biri;
“Aptal bir erkek için güzel memeli kadınlar çekici olabilir.
Fakat akıllı bir erkek için her zaman zorluklara göğüs geren kadınlar daha çekicidir.”
Bırakın tartışmayı! Durun biraz. Erkekler ve kadınların güzellik anlayışı farklıdır.
Kadın eli, ayağı düzgün, evini geçindiren birini ister. ( Bence bu arzu da kadının aptallığıdır.)
Erkekler için kadının akıllısı, iş hayatında fazla beceriklisi pek makbul değildir. Biraz saf olması, dışının güzel olması, toplumun kültür ve normlarına saygılı olup; muhafazakar olması uygundur.
Elbette bu genelleme değildir.
Ay! Yazmak, kağıda dökmek istediklerim bunlar değildi ki. Başka şeylerdi. Yine kafam dağınık. Ben bir yolculuğa çıkarken hep böyle olurum nedense.
Tarihi daha önceden belirlenmiş bir panele, kongreye gitmeden günler öncesinden bavulumu açık bırakır,götüreceğim eşyaları aklıma geldikçe yerleştiririm. Gideceğim yerin iklimi, o zamanki hava durumu, kültürü neyse giysilerimi hazırlarım. Katılacağım kültür gezilerini de düşünürüm.
Gideceğim yerde kalacağım gün kadar çamaşır koyarım. Çok önemli bu! Hastalık var, uğursuzluk var, değil mi efendim.
Giysi için iki pantolon, beş bluz, yedek bir çift ayakkabı. Kişisel temizlik için eşyalarım ufak bir makyaj çantasındadır hep. Yok! Ben makyaj yapmam. Zaten beceremem. İlk mesleğimin alışkanlığı olsa gerek. Hem makyaja ayıracak zamanım hiç olmaz benim. Ayrıca yüzümdeki çizgilerin derinliğini çok seviyorum. Onlar sayesinde yaşadığım kahırları, tokatları, anıları unutmuyorum. Unutmuyorum ama kinci değilim. O çizgilerin varlığıdır beni insan kılan. Yüreğimdeki sevginin ve vicdanımın sessiz deyişleridir o çizgiler. Onlar benim içimdeki sessiz çığlıklarımdır. Onlar beni hassaslaştırıyor. Ben de çok hassasım işte.
Yok! Vallahi de, billahi de, tillahi de ben demiyorum.
Ülkemin en değerli kadınlarından biri, Şengül Hablemitoğlu;
“Hassas insanlar çok değerlidir. Derinden severler. Yaşamı ciddiye alırlar ve derin düşünürler. Gerçek, güvenilir, sadakat sahibidirler.
Kendi ve başkalarının duygularının hep farkındadırlar. Yaşamın basit yanları bile onlar için çok değerli ve anlamlıdır.” Diyor.
Doğrusu hiç tevazu gösterecek durumda değilim. Ben buyum ve fazla dürüstüm.
İşte şimdi fikir kaçması, fikir bölünmesinden değil ama makyajdan dürüstlüğe atladığım için kendime şizofren tanısı mı koysam acaba? Bu o kadar kolay değil. Bu olmaz! Yaşlandığımda için desem? Ihhh! Bu hiç olmaz. Henüz yaşlanmadım. Hem altmış beş yaş nedir ki? Daha çocukluğunu yaşamamış, gençliğine aldım atarken en ağır travmalarla boğuşmuş biri için, bazen birkaç asırlık çınar ağacı, anne, anneanne olsam da, torunlarım yaptığım her kariyerimin içine etseler de ben daha çok gencim.
Haydi yine iyisiniz. Makyaj yapmayı bilmem ama yapmasını bilip de yakıştırmasını bilenlere bayılırım.
Benim bir de yüksek topuklu ayakkabı giyenlere imrenişim vardır ki, sormayın. Kızlarım evde yokken onların topuklularını giyip, aynada bir boy atışım, gösterişim var ki tam DELİCE… Gülmeyin dedim ya size!
Özentim benim suçum değil, anne ve babamın bana özen göstermesinden kalma. Benim hiç kırmızı fiyonklu ruganlarım olmadı. Ayaklarım düzgün olsun diye hep bot giydirmişlerdi. Ne iyi etmişler.
Nerede kalmıştık?
Bavul hazırlamada değil mi? Bavuldan başka sırt çantam var benim. İçinde uzun uçuşlarda giyeceğim bir çift varis çorabı. Okuyacağım bir kitap, karalama yapacağım defter ve kalem, diş macunum ve fırçam elbette. Unutmadan; yanımda olmazsa olmazım yumuşak, büyük bir şal. Üstümü örtmeliyim. Aman canım siz de! İki metrelik değil. O kadar uzun boylu değilim ama Karamürsel sepeti hiç değilim. Sırt çantamın içinde bir ufak çanta daha var. İçine pasaportumu, paralarımı, gözlüğümü, telefonumu koyduğum uzun saplı, boynuma yanlamasına astığım, her giysime uyacak bir çanta.
Yanılıyorsunuz. Ben asla mükemmeliyetçi biri değilim. Yalnızca tedbirliyim. O kadar.
Bavulum henüz açık duruyor. Çok az işim kaldı. Berbere gitmeliyim yarın sabah. Şu berber sözünü de hiç sevmem. Barbarlığı anımsatıyor bana. Size de öyle geliyor mu?
Saçlarım on üç yaşında aklanmaya başladı. On yedi yaşımda ilk kınamı yaktım yelelerime. Kıvırcık. Permalı gibi. Boya olayı olmasa hiç berbere gitmeye gerek yok ama, ayak bakımım ellerimden daha önemli benim için. Annemden öyle gördüm ben. Babam ellerime bakmamı isterdi.
Şu saatte gelen telefon neyin habercisi acaba?
Yalnız düşeceğim yollara.
Aylardır yalnız kalamamıştım. Yalnız, uzun bir seyahat. Gündüzleri yüz kırk iki ülke delegesiyle beraber paylaşacağız. Olası beraber akşam yemek ve sohbetlerinden sonra nüfusu bir milyarı aşmaya başlamış bir ülkede yok olup, kaybolacağım.
Oh olsun!
İlk kez bavuluma, çantalarıma, düşüncelerimi dertlerimi koymayacağım. Duygularım yerli yerinde duracak. Düşüncelerim kafamdaki hapisten firar edecek! Herkesin bir hapishanesi vardır. Benim düşüncelerim mahsus mahalde cezasını çekmeye devam ederken duygularım firarda olacak.
Hayat; bana verdiğin her deneyim için sana minnettarım.
Keşke bana tokat atmayı, insanları yaralamayı öğretseydin!
Tülin Dursun. 23. 09. 2018 Boncuk Hanım ile psikodrama dersleri tekrarı…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
20 Eyl
Datça yolu üzerinden giderken Reşadiye Köyü’nden Mesudiye’ye saptığınızda karşınıza çıkardı Meryem Teyze’nin evi. Bahar zamanıysa eğer badem ağaçlarının yanında uyukladığını da görürdünüz. Seksen iki yaşın verdiği çöküklükten eser yoktu ne bakışlarında, ne de yüzünde. Yüzü güneşten yanıkçaydı. Haritalaşmış çizgilerin her birinde ayrı bir öykü gizi vardı sanki.
Ege gezisine çıktığım bir gecede tanıdığım Meryem Teyze, bana yalnızca evini değil; yüreğini de açmıştı. Köy muhtarı yollamıştı beni ona. Bahar geldiğinden pansiyonlarda kalacak yer bulamamıştım. Arabamın lastiği de sakattı. Gündüz baktırabilecektim ancak. Çaresiz hiç tanımadığım bir kadının evinde kalacaktım o gece. Meryem Teyze’yi tanıdıktan sonra ne o evden, ne de Ege’den kopabildim.
Evine girdiğim ilk gece yatak çarşaflarında hissettiğim sabun kokusundan mı, yoksa yorgunluktan mı uyuyamadığımı bir türlü çözemedim. Nisan sonlarıydı. Sabaha karşı üşümüş olmalıyım ki, Meryem Teyze bir örtü daha örtmüştü üzerime. Sabaha karşı bülbüllerin aşk atışmalarına tanıklık ettim. Bülbüller burada daha mı güzel ötüyor ne? Yoksa bana güzel gelen Meryem Teyze’nin sıcacık konukseverliği mi?
Birkaç ay sonra aklım Ege’de ve Meryem Teyze’deydi. Yine yola koyulmuştum bile. Yine bir gece vakti çaldım kapısının demir tokmağını. Unutmamıştı beni. Sarıldı kırk yıllık hasretliği gibi.
İlk gecenin sabahında dişsiz ağzında utangaç bir gülümsemeyle selâmladı beni. Dürüm içinde taze otlar ve acı biber sundu bana. Sararmış eski bir porselen tabak içinde de bir avuç ayıklanmış taze badem.
“Otur Meryem Teyze!”
“Otruvercem ezcik. Badem toplayvercem daha.”
Meryem Teyze otuz iki yaşında yedi çocukla dul kalmış. Babasız büyütmüş çocuklarını. Kocasından kalan badem ağaçlarının geliriyle büyütmüş kızanlarını. Beş oğlu, iki de kızı var. En okumamışı öğretmen Denizli köylerinden birinde. Sıkça gelirlermiş sağ olsunlar. Badem toplama zamanı hepsi bir araya gelirmiş. Az daha kalırsam tanıştıracak bana ailesini. Yıllık izinlerini öğretmen kızı hariç aynı anda burada geçirirlermiş. Oğullarının içinde en çok banka müfettişi olan Hikmet’i severmiş. İlk çocukmuş da ondan.
Meryem Teyze’nin yüreği kocaman. Daha çok sevgi sığar içine. Bahçesinde beslediği köpeğe bakışından, badem ağaçlarıyla, çiçeklerle konuşmasından, insanlara sarılışından anlıyorum sevgisini.
Meryem Teyze hiç ayakkabı giymezmiş. Şaşırıyorum. Lastik terliklerinin arkasından çatlak topuklarını gösteriyor. Yarılmış, içi siyahlaşmış topuklar.
Ortanca oğlan buzdolabı almış. Küçücük evinde yer yok. Evin girişine, bahçeye koymuş dolabı. Üzerine de güneşten ve yağmurdan etkilenmesin diye gölgelik çekmiş hasırdan. Bu şirin, tertemiz evin tek sorunu helânın dışarda oluşu. Anadan, babadan öyle görmüş Meryem Teyze. Evin içi kokarmış, hem günahmış da. Gülüyorum. O da gülüyor. Güldükçe yüzündeki çizgiler daha fazla belirginleşiyor. Diş yok ağzında. Dişleri ağrıdıkça köy berberi çekivermiş. Yalvarmış kızancıklar dişlerini yaptırmak için.
Meryem Teyze ile geçirdiğim üç gün boyunca onun öyküleriyle coştum, düşündüm, üzüldüm. İnanılmaz bir yaşam görüşü vardı. Kendimden utandım. Yalansız, dolansızdı her şeyi. Sevgi onda demir atmıştı. Bahçeden topladığı acı bibere bile söyleyecek tatlı sözleri vardı.
Ayrılık zamanı geldiğinde gözlerinin nemli olduğunu gördüm. Dayanamadım. Sarıldım çocuğu gibi, anam gibi. Sırtımı sıvazladı. Dişsiz ağzını kapatarak güldü.
“Meryem Teyze, seneye baharda gelirim yine! Aman kendine iyi bak!”
“Sağ ol kızcağızım. Sen de rahat var evceğine. Gidip de dönmemek, gelip de bulmamak var ha bilesin!”
Bilirim. Bilirim elbet dönüşlerde bulamamayı. Son kez baktım bu yaşlı, bilge kadına. Anadolu büyüklüğünde yüreğine saygımı, sevgimi bırakarak yola çıktım.
Orhan Muhtar aradı geçenlerde. İki gündür bahçeye çıkmayan Meryem Teyze’yi merak eden köylüler eve girdiklerinde namazda secdede bulmuşlar. Önce yuğmuşlar, sonra da gömmüşler.
“Haberin olsun istedim kızım. Meryem Kadın bahçesindeki ilk ağacı sana işaretlemiştir. O ağaç senin!”
Küçücük bedeni, kocaman yüreği olan Meryem Teyze’m benim! Yolun açık olsun Anadolu yürekli kadın.
Kim demiş ki, “Dikili bir ağacı yok!” Diye. Badem ağacım var, koca bir yürekten sunulmuş.
Şimdi yine Ege Yolları’na çevireceğim direksiyonumu. Önce Orhan Muhtar’a uğrayıp, Can Yücel Üstad’ı ziyaret edeceğim Sonra Meryem Teyze’m var sırada. BADEM AĞACI’ma sarılıp hasret gidermeliyim gidenlerle ve Ege’yle…
Meryem Teyzem ruhun huzurlarda kalsın…
2011 Nokta Kitap DENİZ GEZMİŞ ve KIRMIZI PABUÇLAR
Anlık Duygular, Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
20 Eyl
Kaç bahar oldu
Sürgün vereli
Bahçemdeki mavi çam?
Kocamış ıhlamur
Kokusunu yitirdi mi ne?
Nicedir açmaz oldu
Sarı ayva çiçekleri.
Otuz beş yıllık elma ağaçlarını da
Çürüttük bir bir;
Kökleri halâ
Toprak altında.
Bahçemdeki bitkiler gibi
Geçiyor benim de zamanım;
Kokusu halâ burnumda
Gençliğimdeki baharların.
20.04.1999 İstanbul Evrenin bütün kır çiçeklerini yüreğinde yaşatanlar için…
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
20 Eyl
http://www.focafoca.com/resimler3/r_berfe__tulindursun_imzagunu.jpg
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
18 Eyl
CENNET’İN KADINLARI
Bu öykünün gerçek kahramanını tanımaktan gurur duydum. Adana Tüyap Fuarı’nda kitapların arasına gömülmüş narin yüzünü ilk gördüğümde, alnında derin çizgiler oluşturmuş bir şeylerin olduğunu hissettim. O anlattı, ben yazdım. Sevgili D’nin adını ben değiştirdim. O “Yaz arkadaşım, yaz.” Dedi. Yazdım…
CENNET’İN KADINLARI
Aşağı kattan gelen gürültülere aldırmayarak isli tasın içinde kaynattığı ağdayı, soğuk banyo taşına döktü. Cızlayan sesle birlikte şeker yanığı kokusunu içine çekti.
Ne de çabuk uzuyordu şu kahrolası tüyleri? Oysa aradan henüz üç hafta geçmişti. Bıçağın keskin tarafıyla taşa yapışan ağdayı yavaşça toplamaya başladı. Tam kıvamı tutturmuştu yine. Yaptığı topağı altın rengine dönünceye kadar çekiştirdi. Daha tam soğumamıştı. El parmaklarının ucu kıpkırmızı olmuş, yanıyordu. Kırmızı çiçekli eteğinin uçlarını donunun paçalarından içeriye sokarak, bacağına yaydı ağdayı.
Her tarafına bulaşan ağdanın yapışkanlığından kurtulmak için banyoya girdi. Acele etmeliydi. Cennet Ana neredeyse bağırırdı. Henüz siftahını da yapmamıştı. Herifler kapıya dizilmişlerdi. Sabahın köründe sesleri duyulmaya başlamıştı bile. İti, kopuğu, pisi, temizi, cahili, okumuşu her zaman kapıda karıları “becermek” için bekleşir;
arada bir de kavgaya tutuşurlardı.
Hiçbiriyle yatası yoktu bugün. Kim bilir kim çıkacak karşısına diye düşünürken, Cennet Ana’nın kaba ve gür sesi yüreğini ağzına getirdi.
— Kııız, Sevtaaaap! Abonen geldiii. İn de karşıla kız kocanı.
Sevtap hemen anladı kimin geldiğini. Herif kendini gerçekten de Sertap’ın kocası sanıyordu. Kafasını kederle, midesini de rakıyla doldurduğu bir akşamüzeri herife anlatıvermişti öyküsünü. Evden nasıl kaçtığını, yollara düştüğünde kaç kişinin altına yatmak zorunda kaldığını, amcaoğullarının peşine düştüğünü anlatmıştı adama. Herif acımıştı kıza. Tam üç yıldır da Cennet Ana’nın kızlarından biri olmuştu. İyi para kazanıyordu artık. Adamın Sevtap’ın parasında gözü yoktu. Gerçekten de bu adam seviyordu genç kadını. Ara sıra kadına kendince hediyeler alıyor, beğendiğinde ise havalara uçuyordu.
******************
Sevtap on bir yaşındayken dayıoğlunun tecavüzüne uğramıştı. Daha sonra da komşunun oğlunun. Her iki genç askere giderken tehdit tembihlerini de savurmuşlardı küçük kıza. Daha aybaşı görmüyordu Sevtap. Çukurova’nın portakal, limon kokulu bahçelerinden birinde bacak arasından sızan kanları görünce de parçalamıştı avazıyla gökyüzünü. Dayıoğlunu abi bellemişti oysa. Ya komşunun oğlu?
Onu birkaç kez büyük su dedikleri barajın orada ablasıyla yakalamıştı. Ablası belli ki pişmişti artık. Her yakalandığında gülerek donunu çekiyor, kızkardeşine tembihi de unutmuyordu. Komşu oğlu son zamanlarda Sevtap’a da sırıtarak bakıyordu.
Dayıoğlunun erkeklik organını ilk kez içinde hissettiğinde çok canı acımıştı. Yalvarırken erkeğin salyaları badem büyüklüğündeki memelerinin üzerinde yapış yapıştı.
Komşunun oğlu dayıoğlu kadar uysal değildi. Önce bacakları arasında gezdirdi organını. Sonra acayip sesler çıkararak kızı tek eliyle arkasına çevirdi. Karnına bastırarak, yukarıya çeker gibi yaptı. Bir eliyle de sıkıca kızın ağzını kapattı. Erkek(siz)lik organını kızın def-i tabii yerine hoyratça soktu. Solumaları, çıkardığı hayvanca sesleri Toros’larda yankılandı. Kızın ne avazına, ne de korkusuna ağaçlarda bir yaprak bile esmedi. İşi bitince;
“Kız demeyesin kimselere! Daha kötü düzerim haaa!”
Sevtap kimselere demedi. Korktu. Günlerce ağladı.
Asker dönüşü dayıoğlu bir daha yanına uğramadı. Komşu oğlu Abdülkadir kızı bir gece motorsikletinin arkasına attığı gibi yaylaya çıkardı. Kız kaç gün orada kaldığını anımsamadı hiç. Adana’ya indiler bazı geceler. Göbekli, yaşlı, salyalı adamlara satıldı günlerce.
Bir gün içeriden kahkahaların, şarkıların, ayıp sözlerin edildiği Cennet’in evinde buldu kendini.
Cennet ufacık bedeni yaprak gibi titreyen bu kıza değer biçti. Komşu oğlu kızı satmıştı üç kuruşa.
O günden sonra nice adamlar tepinmişti üstünde. Polis baskınları sıradan yapılan görevler arasındaydı bu evde. Kendi gibi on altı kız daha vardı burada. Hepsi de mutluydular sanki durumlarından. Ağlayan hiç yoktu aralarında. Odasında hiç yalnız kalamadı Sevtap ağlamak için, hayal kurmak için. İçindekileri öldürmeyi Cennet’in evinde öğrenmişti.
İlk gerçeğe ayıldığında, yaşamayı öğrenmiş olduğunu gördü. Aşağıdan gelen seslere kulak verdi. Minik, korkak bir kızın çığlığını duydu.
“Bir kurban daha geldi Cennet’in Kadınlarına katılmaya, bu evden çıkış olmadığını o da anlayacak elbet! Buranın yükünü azaltmak için Cennet’in Kadınları olmaya geldik.”
Çukurova’da Cennet’in Kadınları sarı sıcağı da, avazlarını da, korku ve tiksintiyi de hep içlerinde yaşarlar…
Tülin DURSUN / KADINDAN SAKINCALI ANTOLOJİ
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
11 Eyl
Abdi Bey de bir kız torun istiyordu. Kızı Bedriye’ye yazdığı mektuplar dua doluydu.
“Ciğerparem, kerimem Bedriye Hanım kızım, evlad-ı muhteşemim;
Gözlerim yollarda sizden gelecek nameleri beklemekteyim. Sıhhat ve afiyette oluşunuza çok bahtiyar oldum. Gelecek torunumu görmek, onu sineme bastırmak için çok aceleciyim.
Yüreğimin yarısına, ciğerimin tamamına taht kurmuş kerimem; her gece yatmadan evvel dualarım siz bütün evlatlarımın sağlık ve afiyette olmanız, ayaklarınıza taş değmemesi içindir. Cihana gelecek yeni torunumun kız olmasını ben de çok arzu etmekteyim. Dualarımı Cenab-ı Allah’ım elbette duyuyordur. Kız olursa adını Tülay koyarsınız. Hem Oktay’a da uygun düşer. Gözlerinizden hasretle öperim.
Pederiniz Abdi Akgün
(Yeni roman hazırlığından alıntı. 1. DÜNYA HARBİ ile 2. DÜNYA HARBİ sırasında ülkede yaşananlar, çok partili rejime geçiş ve bir ailenin üç nesli arasındaki iletişim.)
Anlık Duygular, Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Eyl
Bir yaz daha bitti ömrümden. Kasım hüzünlerini giymeye başladım bile.
Kalan iki yıl mı?
Sayılı gün çabuk geçer. Acelem var benim.
Yarım kalan işlerimi bitirmeliyim önce, sonra huzur gelecek bana.
Bir daha Ağustos’larda üşümeyeceğim, yakmayacak 8 ekim güneşi yüreğimi.
Acelem var benim.
Acelem var canımın hücreleri torunlarım, çok acelem var.
Ben göbeğini kendi kesenlerden, adını kendi koyanlardanım. Acelem var çocuklarım.
Acelem var benim Boncuk Hanım, hem de çok acelem var.
Tülin Dursun 06. 09. 2018 Büyükada’ya veda ederken.
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
05 Eyl
Sabri Bey’in gelişiyle hepimiz başına toplandık. İzzet-ikramdan sonra; “Kaldığımız yerden devam mı, yoksa yeni bir konumuz var mı?” Diye sordu. Cumhurbaşkanlığı seçimini nasıl karşıladığını sorduk.
“Cumhurbaşkanı tarafsız, uzlaştırıcı, hoş görülü, her kademedeki insanın halinden anlayabilen, adil, ülkenin çıkarları uğruna her şeyden haberi olduğu müddetçe sorun olmaz. Gördüğüm kadarıyla umduğumuz gibi olmayacak.”
Bu düşüncede yalnız olmadığım için seviniyorum. Sabri Bey ile aynı duyguları paylaşıyorduk.
“Püriten ahlâk anlayışını yavaşça halka uygulamaya başlanmış olması bu iktidar zamanında yapılan yanlışları, suçları asla silmez. Bu anlayışla birlikte kamuoyunda hareketlenmelerin başlaması kaçınılmazdır. Nedir püritenizm? Baskı, ceza, korkutma, gerekirse tehdit yoluyla sindirme unsurlarını uygulayarak dünyayı kendilerine göre daha yaşanır duruma getirme eylemidir. Kendi iç temizliklerini kendi anlayışlarına göre yaparken etrafa verdikleri yalnızca zorbalıktır, özgür yaşama hakkına bir çeşit gasptır. Püritenler genelde kibirli, dik kafalı, dar görüşlü olurlar. Bunların karşılarında size dayatılanları kabul ederseniz iyi, karşı gelirseniz kötü ve öteki olursunuz. Hep fark edilmek isterler.
Umduğunuz, beklediğiniz ve aslında olması gereken durum, şimdiki zamana uymuyorsa daha doğrusu uyuşmuyorsa işin içinde mutlaka bir terslik vardır. Dolayısıyla ister istemez karşı atağa geçersiniz. Püriten ahlâk, püriten yaptırımlara her başkaldırı sizin demokrasi anlayışınızın haklılığıdır.
Püritenlerin en büyük özelliklerinden biri de; kitle ikna yöntemlerini çok iyi kullanmalarıdır. Eğitimsiz ve sorgulamayan, hakkını arayamayan, dine dönük toplumları daha kolay etkilerler. Ayrıca püritenler polis devletini orduya tercih ederler. Zira polisi her şekilde kullanacaklarını düşünürler. Bunu tarih boyunca birçok ülkede toplum-polis-iktidar üçgeninde görebiliriz. Bu konuyla ilgili en çok veriyi Fransız ve Rus tarihlerinde bulabilirsiniz. Kitle ikna taktiklerini hayata geçirirken basılı veya görsel medyadan yararlanırlar. Gerekirse bunları kendi tekellerine geçirirler. Böylelikle masrafları da daha az olur. Bu konuda bütün imkânlarını seferber eder, gerekirse ele geçirirler. Bizlerin, yani demokrasiden yana olanların onayladıkları bir söz vardır; “Fikir sahibi olmanız için bilgi sahibi olmalısınız. Bunun ilk koşulu şüphesiz okumaktan, beyne bilgiyi anlayarak depolamaktan geçer. Sahip oldukları her türlü medyaya önce kendi isteklerini halka aşılayacak adamlarını yerleştirirler. Tıpkı günümüz iktidarın yaptığı gibi. İş adamlarına devlet ihalelerinden pay çıkararak, kendi taraflarına çekmeyi iyi bilirler. Bu karşılıklı çıkar ilişkileri içinde olur. Bazıları bu oyunun bir parçası olurken, bazıları zaten devlet teşviki olmaksızın oturmuş şirketlerinin çıkarlarını kendileri yönetecek düzeyde ve bilinçtedirler. Boyun eğenlere baktığımızda, henüz alt yapısı tamamlanmamış, yeni kurulmuş veya kurulmakta olan şirketlerine kısa yoldan ve iktidar yakınlığı ile bulundukları pazardan yer ve pay edinmek istediklerini görürsünüz. Ticari ahlâk yönünden son derece sakıncalı olan bu durumun koltuk iktidar değiştirdiğinde veya kendi iktidarları tarafından kullanılıp, atılmalarıyla son bulur. Artık iktidar kendine yeni bir kaynak bulmuştur. Bu iktidar-işveren ikilisinin çıkarları doğrultusunda işin sözde ticari yönüdür.
Az önce püritenlerin polisi daha çok kullandığından söz etmiştim. Bunun örneğini “Gezi Olayları” ve devamında görmüştük. Verilen emirlerin yerine getirilmesinde sonuçlarının düşünülmemesi veya karşı gelme anlamında değil, fakat üstlerinin uyarılmamasının bedeli ağır olabilir. Buna karşılık emirlerin eksiksiz yerine getirilmesi durumu amirler tarafından polisin kahraman ilan edilmesi ile karşılık bulur ama halk açısından güvensizlik doğurur. Bir anlamda polisin görevi sorunlarla ilgilenmek yerine; kamu kurallarına eksiksiz olarak saygınlığı sağlamaktır. Halkın değil, iktidarın hizmetinde olan polisin vatandaşa davranışı, emir aldıkları erklerinin başarı veya başarısızlığıyla doğru orantıdadır. Halkın polisi olmakla, iktidarın polisi olmak çok farklıdır. İktidara yakın polis halk için güvensizliktir.
YAKINDA ÇIKACAK OLAN KİTABIMDAN KISA BİR ALINTIDIR.
Anlık Duygular, Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
30 May
ANNEM ve BABAMA
Çok Sevgili Anneciğim ve Babacığım;
Önce her ikinize mahsus selam eder, ellerinizden öperim.
Nasılsınız, iyi misiniz? Beni soracak olursanız, sizin özleminizden başka sıkıntım yoktur.
Şimdi birbirinize bakışıp, gözlerinizle konuştuğunuzu hayal ediyorum. Onlarca yıl sonra sizi neden aradığımı merak ediyorsunuz değil mi?
Anneciğim, Babacığım;
Sizi düşünmediğim, özleminizi duymadığım bir dakikam bile olmadı ki!
Güzeller güzeli, zarif ve kibarlık timsali Annem;
Seninle kaç yıl beraber kaldım? Hatırlar mısın? Çok hastaydın, hatırlamazsın belki ama dört yıldan fazla sürmedi beraberliğimiz.
Ben beş yaşındayken babamla ayrılmıştınız. Sonra beni teyzeme bırakıp, okuluna dönmüştün. Öğrencilerin benden daha değerliydi. Onlar sensiz olamazdı değil mi? Ya ben Anne?
Yalnızca tatillerde görürdüm seni. Üç gün bile beraber kalsak, çocuk kalbim sevinçten evrene sığmazdı.
Seninle geçirdiğimiz zaman çok azdı ama benim seni çocuklarıma ve torunlarıma anlatacak dünya kadar anım var.
Son zamanların aklımdan çıkmıyor, gözlerimin önünden hiç gitmiyor.
Ya sen Canım Babam?
Sen benim çocukluğumun masuscuktan kocası? Âşık olduğum ilk erkek?
Seninle elektrik ağacı sulardık, hatırladın mı? Hani toprak hattı kablosunun bir ucunu toprağa gömdüğümüz sonra da her gün suladığımız anteni diyorum?
Canım Anneciğim, Biricik Babacığım;
Şimdi bu mektubu size niye yazdığımı anlıyor musunuz? Yoksa hala mı anlamadınız?
Siz beni hiç sevmediniz. Bu yüzden ben size çok kırgın ve kızgınım.
Siz ağabeyimi benden çok sevdiğiniz için yanınıza aldırdınız değil mi? Neden beni istemediniz? Ben ne yaramazlık yapmıştım? Ben iyi bir kız çocuğu olmamış mıydım? Sizin sözünüzü dinlememiş miydim? Küçücük ellerimle sizin ağrılarınıza derman olmamış mıydım?
Evet!
Ben ağabeyimi hep sizden, sizin sevginizden kıskandım. Haksız mıyım?
O sizin koynunuzda, kokunuzda uyurken, Ben toprağın üstünde neler çekiyorum, hiç düşündünüz mü?
Ben sizin beni seveceğiniz, özleyeceğiniz günleri hasretle bekliyorum.
Biraz acele edin, olur mu?
Sizi çok seven
Delice Kızınız
Mektup kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
12 May
Ölümsüz gençliğin şövalyesi, ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına.
Bir temmuz sabahı fethine çıktı;
Güzelin, doğrunun ve haklının.
Önünde şirret, aptal devleriyle dünya,
Altında mahzun fakat kahraman Rosinantes.
Bilirim;
Hele düşmeye gör hasretin hallisine,
Hele bir de tam okka, dört yüz dirhemse yürek;
Yolu yok!
Yolu yok Don Quijote’m benim,
Yolu yok!
Dövüşülecek!
Hem de yel değirmenleriyle dövüşülecek.
Haklısınız.
Elbette sizin Dulcinea’nızdır en güzel kadını yeryüzünün.
Siz elbette bezirgânların
Suratına haykıracaksınız bunu.
Alaşağı edecekler sizi,
Bir temiz pataklayacaklar.
Fakat siz yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun;
Bir alev gibi yanmakta devam edeceksiniz
Ağır, demir bir kabuğun içinde.
Ve Dulcinea bir kat daha güzelleşecek…
DELİCE’ ye
Adı bende…
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
04 Nis
“Babam gelmeyecek mi anne?”
“Sen babanı bekleme güzel kızım, yat!”
“Ama anne!”
“Kızım, yavrum söz dinle!”
Günlerdir kızımı ve kendimi avutuyordum. İş yemekleri, toplantılar, kısa iş seyahatleri bizi birbirimizden uzaklaştırıyordu. Kızımıza kolej sınavları için daha fazla zaman ayırmam da bu ilişkinin çatlağı için başlangıç olmuştu. Artık arkadaş, dost akraba yemeklerine ayrı ayrı katılıyorduk. Ofisinden eve geç gelişleri beni hiçrahatsız etmiyordu. Eşim tam bir işkolikti.
O yıl kızım İzmir Amerikan Lisesi Ortaokulu’nu kazanmıştı. Her ikimiz de kızımızın geleceği için okula yakın, Güzelyalı’da bir ev kiralamıştık. Ben kızımın yanında kalıyordum. Hafta sonları da eşim yanımızda oluyordu. Bayramlar ve uzun tatillerde de biz İstanbul’a gidiyorduk.
Hazırlık sınıfıyla beraber yaklaşık üç yılı geride bırakmıştık. Herşey yolunda gibi görünüyorsa da içim hiç rahat değildi.
Kızımın okuldaki başarısı oldukça yüksekti. Özellikle fen dersleri öğretmenleri kızımın fen ağırlıklı bir okulda eğitim görmesinin geleceği açısından çok önemli olduğunu söyleyip, duruyorlardı. Kızım da çok istekliydi. Bize tekrar İstanbul okullarının yolu görünmüştü.
Kızım, eğitimi derken eşimle ilişkilerimiz iyice zayıflamıştı. Karşımda dalgın, beni duymayan bir koca, kızına karşı kayıtsız bir baba vardı.
İstanbul’a dönmeden bir hafta önce “öteki”nin farkına vardım.
Eşimin avukatı, benim arkadaşım dert ortağım, sırdaşım, canciğer dostum Nalan! İlişkileri altı yıldır devam ediyormuş.
İlâh gibi gördüğüm, sevgisine, geleceğine emek verdiğim adam! Dünya’nın en güzel, en akıllı çocuğunu doğurduğum adam! Çocukluk yıllarımdan beri oyunları, okulları, yaşamı paylaştığım adam!
Canım acıdı. Hücrelerim kanadı.
Öfkemden, “öteki”ni kıskanmaktan aynalara bakamaz oldum.
Eksiklerim ne? Ben bunları hak edecek ne yanlış yaptım? Yoksa şöyle mi sormalıydım; “O” kadında bende olmayan ne vardı?
Sıradanlığımın gerçekliğiyle yüzleşmek ağır geldi bana. Tek olmalıydım. Eşim benim için tekti.
İzmir’de olduğum zamanlar avukat hanımın eşimi, evimi ve yatağımı paylaşması beni kahrımdan öldürecek boyuttaydı. O anlar ölmelerdeydim. Suçu yükleyecek bir şey bulamadım ortada. Kimseye belli etmedim. Üç gün evden uzaklaştım. Kendimi sakinleştirdim. Kararlıydım, konuşacaktım.
Bir öğleden sonra her ikisini de eşimin ofisinde çaya davet ettim. Çok mutlulardı. Pastayı da yedikten sonra ilişkilerini bildiğimi, eşimin ona aldığı arabayı, benim evimde buluşup, yatağımda seviştiklerini ıspatlayarak yüzlerine vurdum. Bunları söylerken sakinliğime şaşırdım.
“Nalan’cığım, eğer Ahmet’le birbirinize gerçekten âşıksanız ben aradan çekilirim. Durumu kocana ve kızlarına anlatmalısın. Elbet benim duyduğum gibi onlar da bu ilşkiyi duyacaklardır. Duygu sömürüsü yapacak durumda değilim. Buna gerek de yok. Neticede bana “Zavallı, aldatıldı.”Diyecekler. Sana da,” Kocasını boynuzladı. O…..”Diyecekler. Aradaki fark bu.
Eşim ve Nalan adeta şok yaşamışlardı. Konuşacak bir sözleri yoktu. Mutluluklar dileyip, ofisten ayrıldım. Boşanmak istiyordum. Kızım her şeyi biliyordu artık.
O günden sonra Nalan eşimin avukatlığını bıraktı. Arabanın anahtarlarını yolladı. Başka bir iş adamını ayartıp, karısından ayrılmasına neden oldu. Onunla da evlenemedi.
Yıllardır ortalarda görünmüyor.
Ben mi?
On sekiz yıldır ayrı yatak odasında yalnızlığımı öldürüyorum. Boşanmadım. Bu bir intikam değildi.
Eşim mi?
Zavallı adam!
Tülin Dursun 15.04.1995 İzmir
Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
29 Mar
Ey menem Gök Tengri’m!
Acılar içindeyim,
Çürüyor bedenim.
Selviler semaya yol tutmuş,
Eğiliyorlar sana secdeye…
Güneş doğuyor yarınlarıma,
Kızılca kıyamet ve sessizce.
Rüzgâr!
Ah o delice rüzgâr.
Pusu kurmuş fikrime,
Eriyor yüreğim.
Hangi dağa yuvalanır kartallar?
Kaç yavru ceylan vurulur,
Avcının gölgesinden?
Kaç kadın kendi ölüsünü
Doğurur bedeninden?
Ah menem Gök Tengri’m!
Apazla yüreğimi,
Savur kendine;
Küllerime ağıt yakıyor selviler…
Tülin Dursun Mart yakarısı 29.03.2018
Anlık Duygular kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
26 Mar
Hey!
Doktor,
Bunca uğraşma benimle.
Ben iflah olmam.
Yemin ederim ki;
Benim işim bitik.
Ben uslanmam doktor!
Kaç yıl oldu
Söylesene doktor?
Kaç aya, kaç yıl eklendi?
Uğraşma doktorcuğum,
Uslanmam, akıllanmam ben…
Önce bir güzel uyuttun
Günlerce
Haftalarca
Aylarca.
Sonra başladın
Konuşturmaya beni.
Ben konuştukça;
Komplekslerim depreşti.
Ardından yaşadım Manik depresifi…
Ah be doktor!
En karışık kimya formülü gibi
Acım, yasım, aşkım
Birbiri içinde
Bir türlü çözülemedi…
Doktor!
Yaman Doktor, Bir gün
Ufacık ama
Benim “ yerim” dediğim odanda
Keşfettim her şeyi.
Sen konuşmayan deliceyi
Konuşturdukça çözdün denklemi.
İyi ama doktor,
Sen bilmez misin?
Çözülen bir daha örülmüyor.
Bana beyazdan başka renkleri,
Karayla arasındaki griyi öğrettin.
Törapatik ilişki dedin;
Atmak istedin beni başından.
Sen dedin ama,
Ben uymadım ki buna…
Beni ben olduğuma kandırdın,
Sıradanlığımı anlattın uzunca…
Ben en yukardayım dedikçe
Uçurumlardan attın, balçıklara soktun beni.
Terapiler kavgaya dönüştü ara sıra.
Sana hak vermedim,
Sana hiç güvenmedim.
Ama sana hep inandım be doktor.
Ne sabır varmış sende?
Çok uğraştın benimle.
Doktooor!
Uğraşma benimle!
Ben akıllanmam.
Farkındalığımın
En ince çizgisinden
Farklarımı yarattın da;
Gık demedim be doktor!
Öyle an geldi
İlah oldun gözümde,
Öyle an geldi
Öldürmek istedim seni
Kendimce…
Deli saçmaları
Formlar soktun
Ta gözümün içine.
Sen söyledin,
Ben dinledim.
Schopenouer’in
Aşk metafiziğini
Çözdürdün aklınca.
Doktor!
Yaman Doktor!
Ben onları zaten yaşadım.
Ölümsüzlük özü dedin
Dediklerini anlamak adına
Gece yarılarına değin,
İzafiyet teorilerini bile inceledim Einstein’in.
Ben gizler verirken sana;
Sen katı iletişimi sundun bana.
Beni bunca yargılama!
Nötralize etme beni.
Ben günah keçisi miyim
Doktor?
Söyle bana!
Üçgenleme yaptın,
Ben yine de hiçbir kalıba sığmadım.
Sonra…
Sonra hedefler değişti be doktor.
Fenomen dedin;
İstanbul’a yazdım seni.
Meli-malı dedin
Varoluşçuluğu
Kazdım beynime…
Yaaa Doktorcuğum!
Tanı koyabildin mi bana?
Bana diyebilir misin ki
Ben “DELİCE”yim?
Tamam doktor!
Bu kadar seans yeter!
Benden çok sen üzüldün,
Yoksa Hipokrat etiği midir bu?
Hey!
Doktor!
Bana yeni aşklar anlatabilir misin?
Şöyle kahramanı ben olan?
Koruyabilir misin bastırılmışlığımdan beni?
Fikrimde beni özgür kılabilir misin?
Çok emek verdin bu deliceye çok!
Son bir soru doktor?
Yitirdiklerinin yerine koyar mısın beni?
Hey doktor!
Arkadaşım olur musun benim?
Bak! İyileştim ben.
Aşklar dışında kalmadı
Takınçlarım…
Bırak inadı doktor!
Bırak!
Uğraşma benimle.
Asla uslanmam ben…
Doktorum benim!
Salma beni ortalara.
Belli olmaz kaçarım belki
Ya davulcuya, ya zurnacıya.
Özgürüm ya artık;
Giderim belki orkestraya.
Dedim sana!
Asla uslanmaz bu delice
Asla
Can arkadaşım, özlediğim biricik dostum DR. YAMAN için…
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
27 Tem
Sınıfın kapısı açılıyor. Gencecik, kumral düz saçlı, sevgi saçan gözleriyle ayağa kalkan çocuklarını selamlıyor.
“Günaydın çocuklar!”
“Sağ ol!”
“Oturun!”
Orta bölüm sıralarından çelimsiz, çöp bacaklı bir kız çocuğu;
“Öğretmeniiiim!”
“Evet?”
Kız çocuğu başlıyor sormaya…
“Zaman mı genişti çocukluğumuzda, üç kişilik üzeri çiziklerle dolu okul sıralarımız mı? Nasıl sığardık üçlü sıraya dört çocuk? Yoksa onlarca çocuğu yüreğine sığdıran sizin yüreğiniz miydi büyük olan?
Talat Paşalı öğrencileriniz neden hep sizin sevginizi kıskandı birbirinden? Nilüfer Nazan’ı kıskanırdı; ben bütün sınıfı. En çok da oğlunuz Mehmet’i kıskanırdım. Siz de bilirdiniz annesiz olduğumu da bir başka sarılıp, kollardınız beni.
Evrende saman çöpünün bile dili olduğunu, coşkun sularda yalnız başına değeri olmadığını ama yüzlerce, binlerce samanın gücüyle yıkılmaz bentler oluşturduğunu nasıl da işlediniz beyinlerimize? İşte o saman çöplerinden biri olan ben sayenizde sevgiyi, paylaşmayı öğrendim.
Onlarca çocuğu nasıl kendisine özel kıldınız? İnsan kimyasında bunun formülü var mı ÖĞRETMENİM?
Hepimize verdiğiniz sevginizin içinde ne var ki hiç tükenmiyor? Ne zaman dolduruyordunuz o öpülesi yüreğinizi?
Öğretmenim yoksa siz Güneyli Müftüsü bilgeliğinde, avuçları hep açık sevgi ve bilgi dağıtan saki miydiniz?
Yaramazlıklarımızdan hiç mi yorulmadınız öğretmenim?
Öğretmenim siz de bilirsiniz; her çocuğun hayatında yer edinmiş bir öğretmeni vardır. Siz benim hayatımda yer edinmediniz! Siz benim dünyamı kapladınız!
Bugün Öğretmenim sorgulamayı, hak ve adaleti, insan sevgisini, okuma alışkanlığını, hayata karşı dimdik durmayı başardıysam sizin bana verdiğiniz öğretiler sayesindedir. Bizler aynı tezgâha getirilmiş, usta bir makastara, terziye teslim edilmiş çocuklar olarak elinizden modası hiç geçmemiş ve geçmeyecek kaliteli insanlar olarak ülkeye sunulduk.
Canım Öğretmenim;
2012 yılı Tüyap Onur Konuğu seçilmiştiniz ya; Oysa siz hep bizim onurumuz ve gururumuzsunuz.
Ben dünyanın en şanslı öğrencisiyim. Gülten Dayıoğlu benim ÖĞRETMENİM!
Sönmeyen, sönmeyecek güzel GÜNEŞ’inizle nice onurlu, sağlıklı yıllar diler, ellerinizden öperim.
Saygılarımla, sonsuz özleyişimle…
Tülin Dursun
02 / 04 / 2012 Uludağ Üniversitesi Etkinliği için yazdığım mektup.
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
09 Tem
Kehribar rengi gözlerin aşk gibi bakarken bana;
Canıma elleri değiyor yüreğinin.
Sevdama sargılıyorum sevgileme kokunu…
Geceleri atlatıyorum
Güneş yanıyor içimizde.
Martılar çığlık tutturuyorlar
Sevinçlerinden ipekçe…
Şen oluyor toyumuz
Çılgın kral adasından
Yükseliyor delice alevler
İlah gibi
Aşk gibi
Ben, sen biz oluyoruz
Sessizce…
(2004 Olmayana Dizeler Şiir ) Tülin Dursun
Meine Liebe;
Ich wahle als meinem selbst REQUEM (Ölümle Dans) Spass! Natürlich für mich auch Mozart…
Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Tem
Hayat suyum, can damarım, neşem.
Gün şenliğim benim, yavrum Efe’m.
Yağmurum, bulutum, dağım, yeşilliğim;
Aydınlansın yüzünle gecem.
Bir bahar gibi ılık nefesin,
İçimi titretir her an sesin.
Dik olsun başın, hep gülesin;
Sevginle her zoru yenesin.
Umutsuz olma; o hep yakındır.
Sevgiyi arama; o yuvandadır,
Hayat suyum, can damarım, neşem;
Gün şenliğim benim, yavrum Efe’m.
Güfte: Tülin Dursun 1985
Beste: Amir Ateş
Makam: Rast
Form: Şarkı
Usul: Düyek
Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Tem
Aşkın içimde bir çınar gibi,
Kaynaktan akan bir pınar gibi.
Ruhum tutuşur senin aşkınla;
Mecnun misali hep yanar gibi.
Dursun bu sevda ne olur dursun!
Kalbim duracak sen biliyorsun.
Ruhum tutuşur senin aşkınla;
Mecnun misali hep yanar gibi…
Güfte: Tülin Dursun 1996
Beste: Amir Ateş
Makam: Segah
Form: Şarkı
Usul: Düyek
Anlık Duygular, Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
06 Tem
Her bir kapıda,
Her bir kalenin önünde
Duraklıyorum.
Ve kalbim soruyor;
Eşiğin ötesinde beni bekleyen ne?
Geçişte beni bekleyen ne?
Tanrı’m!
Bana çıkış yolu göster!
Duvarların üstünden atlayayım…
“Du bist bei mir”
Kyrilla Spiecker
Çev: T.Dursun
Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
25 May
Ben “DELİCE”
Farkım yoktu diğer çocuklardan. Onca yüküne, acısına karşın yaşamın; güzellikler içinde olmayı bildim.
Hep hüzünlüydüm. Volkan gibi patlamaya hazır deli fişek, uysal bir kedi yumuşaklığı kıvamında gidip, geldim.
Aldığım ve tattığım en büyük başarı “AŞK DİPLOMASI “dır.
Boş verin siz okulu, diplomayı. Benim yaşama dair diyeceklerim var.
Yaşam;
Bana kazandırdığın
Her deneyime,
Her acıya,
Her mutluluğa,
Her ayrılığa,
Her coşkuya,
Her ölüme,
Her doğuma,
Ve
De
AŞK
Sana teşekkür ederim.
Tülin Dursun M.Ö 4 000 Helena Kinidos’a geldiğinde, Can Yücel’in huzurunda…
Anlık Duygular, Günce kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
16 Haz
SOMA’YA AĞIT
Günlerden 13 Mayıs Salı. Bir toplantıdan dönüyorum. Bindiğim aracın şoförü radyoyu sonuna kadar açmış.
“Sayın dinleyiciler; son dakika gelişmesini tekrar ediyoruz. Soma’da özel bir şirkete ait maden ocağında trafo patlamasına bağlı yangın çıkmıştır. Vardiya değişim saatine denk gelen bu patlamada içeride ilk belirlemelere göre sekiz yüzden fazla işçinin olduğu iddia edilmektedir. Gelişmeleri tekrar aktaracağız.”
Saatler ilerledikçe maden ocağı önünde işçi yakınları, acil müdahale ekipleri ve ambulanslar birikmişti. İlk cenaze, arkadan onlarcası…
Ekranlar alt yazıları ve son dakika haberleriyle kömür karası. Her biri çıkan ölü sayısını farklı veriyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes bilirkişi olmuş. Cankurtaranların acı sireni tüm ülkeye dağılıp, yasa boğuyor.
Bilirkişiler, sendikacılar, uzmanlar, sivil toplum kuruluşları ekranları parsellemişler. En büyük parseli ülkenin Başbakanı sabırlarımızın dayanılmaz ağırlığı üzerine devamlı konuşmaları ve hareketleriyle tetiklemeler yaparak kaplıyor.
“Ölüm, kaza madencinin fıtratında vardır!”
Okumamışım, ellerime, dilime hiç mürekkep bulaşmamış. Cahilliğime verin ne olur? Fıtrat kelimesi bana oldukça yabancı. Kullanmam. Duymuşluğum ise çok az. Ftr dan türemiş bir sözcükmüş. “Yaradılıştan gelen maya” demekmiş. Sinirlerim tepemde yumak olmuş. Deliceliğim tutuyor, sormak istiyorum;
“Bayım! Sizin fıtratınızda ne var?”
Gelen haberler giderek kötüleşiyor. Tamam artık demeden bir başka ölüm haberi geliyor. Ölü sayısı arttıkça iktidarın ve yandaşlarının dili sivrileşiyor. Tekme-tokat girişimleri ve gözaltılar başlıyor. Coğrafyamızın insanı sabırlıdır. Bekliyoruz. İçimden “Acaba bu katliamın sorumlusu olarak GEZİCİLERİ suçlarlar mı?”
Nedenini daha sonra fısıltı gazetesinden duyduğum Soma ilk yardımı sorgusuz, sualsiz alıyor?
Halk meydanlara çıktıkça baskılar, tehditler artıyor. İlçe ve köylere giriş-çıkış yasakları başlıyor.
Nihayet üç yüz bir ölü sayısıyla noktayı koyuyor iktidar. Maden girişine acele beton dökülerek kapatılıyor. Enerji Bakanı çocuk ve kaçak işçilerin olmadığını sıkça vurguluyor. Aksi ispatlanırsa istifaya hazırmış. Bakanın idrakinde eksiklik olmalı. Onların hepsi de ana-babalarının çocuklarıydılar.
Meydanlarda yuhalandılar. Acaba yuhalanma fıtratlarında var mıydı?
Hele biraz ortalık durulsun da ölen kardeşlerimizin ailelerini ziyaret edelim diye düşünüyoruz. Yirmi beşinci gün varıyoruz oralara. Gittiğimiz evler daha önceden belirlendiğinden ve ekibimizle paylaştığımızdan herhangi bir karışıklık olmuyor. Bizden başka ziyarete gelenler var. Yiyecek, oyuncak yardımı yapıyorlar. İnsanlar meydanlarda kamyonlardan dağıtılanları kapışıyor. Sonradan öğreniyoruz. Ölenlerin yakınları hiç gitmiyor erzak almaya. Bilinçsizce yapılan bir yardımlaşma var.
Otuz altı yaşında madende ölen Bayram’ın evindeyiz. Dünya tatlısı iki oğul, güzeller güzeli karısı kalmış. Torunumun yazmış olduğu masal kitabına dalıyor Hüseyin. Gelen oyuncaklara hiç bakmıyormuş. Annesi söyledi.
Tuncay’ın evi oldukça kalabalık. İki erkek çocuk liseye, büyük kız üniversiteye gidiyor. Üç aylık bebek artık süt ememiyormuş. Annenin sütü daha o gün kesilmiş. Avluda oturuyoruz. Hepsi kırgın ve umutsuz. Büyük kız gelecekten kaygılı. Bilgisayar okuyor. Her an okulu bırakabilir. Söz alıyorum kendisinden. Okulu bırakmayacak. Burs için konuşuyoruz. Gözleri yaşlı ışıldıyor.
Kınık İzmir’e uzak değil. Madende ölen işçiler hep gecekonduda yaşıyorlar. Bildikleri başka bir iş yok. Eskiden tütüne giderlermiş. Tütüncülük bitmiş. Mecburiyetten madene gidiyorlar. Devlete ait maden ocaklarının verdiği para ve iş güvencesi daha sağlammış onlar için. İş bulana.
Buralarda, özellikle de köy yerlerinde yaşam koşulları hiç de bizim sandığımız veya hayal ettiğimiz gibi değil. Parası olan emekliliğinin keyfini sürer buralarda. Ege! Medeniyetin öncü yerlerinden biri. Helaları bile dışarıda, bahçede veya tarlada olanlar var. Yüksek yerlere eşeklerle su taşınan köyler var. İnsanlar her bakımdan fakirlik içinde ama çok güzeller. Az ile yetinmeyi, kendilerine yetmeyi iyi biliyorlar. Yaşlılar bilge.
Evlere girip, ziyaret ettiğimizde çocukların ruhsal dengelerinin bozulduğunu, annelerin çaresizliğini anlamamak olası değil. Yüreğimiz kabarıyor.
Elmadere’ye vardığımızda buraya birkaç vatandaşın haricinde hiçbir yetkilinin uğramadığını öğreniyoruz.
“Neden?” Diye soruyoruz.
“Burası Alevi Köyü. Ondan diyor. Yanıt bizi şaşırtıyor. Seçimlerin hemen ardından balkonlara çıkıp da;
“Biz hepinizi kucaklayacağız!” Diyenlerin sözlerinin ne kadar gerçekten uzak olduğunu anlıyoruz. Sonra anlıyoruz. İktidar partisinin seçimi alamadığı, kazanamadığı yerlere gitmiyorlar. Hemen yakındaki başka bir yer ihya olmuş durumda. Onlar da saklamıyor. Kâğıtlar imzalatmışlar geleceğe yönelik.
Birden köyün meydanına bir kamyon yaklaşıyor. Çocuklar koşuşturuyor yine. Büyük damacanalara basılmış peynir, zeytin görüyoruz. Önlerine gelene veriyorlar. Oysa burada on bir ailenin reisi ölmüş. Köyde bizi gezdiren Kazım Abi anlatıyor;
“Görüyorsunuz. Buraları alabildiğine zeytinlik. Çok şükür zeytini kendimiz basarız. Kendimize yetecek kadar hayvanımız da var. Peynir, süt, yoğurt sıkıntımız olmaz. Mezar taşlarımızda “ Bu kişi açlıktan öldü.” Diye yazmaz hiç. Yiyecek dağıtmalarına, çocuklara aşırı oyuncak getirmelerine kırgınız. Biz geride kalanlarımızı doyurmaktan aciz de değiliz. Bizi dilenci gibi gören kafalara kırgınız. Bir hatır sormanın bize dünyaların kapısını açtığını bir bilseler. Birden içsesim uyanıp, dilleniyor;
“Eyvah! Acaba yanlış mı yaptık?
“Kazım Abi! Biz de bir şeyler getirdik. Çocuklara boş elle gelmek olmazdı. Adettendir. Hem paylaşalım, hem dertleşelim istedik.”
“Yok bacım. Biz artık insan sarrafı olduk. Siz daha içeri girerken anladık. Çocukların adını bile bilerek geldiniz. Gelin soruyor “Baba bunlar beni nereden tanıyor?” Diye. Çocukları öpüşünüzden, gelinlerimizle yakın konuşmalarınızdan hep anladık biz.”
Kazım Abi elimdeki listeye bakıyor.
“Burada eksik var! Elif Kız’ı da görün.” Kazım Abi’ye evleri, aileleri arkadaşlarla bölüştüğümüzü söylemiyorum. Bir eksik olmaz ama bir fazla olsun, ne çıkar ki? Köyün bu bilge adamını kırar mıyım hiç? Önce Selma’nın evine varıyoruz. Bir oğlu, bir kızı var. Henüz yirmili yaşların başında. Ağabeyini, kocasını, kayınını toprağa vermiş. Büyük kayın ile beraber oturuyorlar. Eltisinin de üç çocuğu var. İki göz oda. Beş çocuk, üç erişkin. Kayınbirader işsiz. Selma dert küpüne girmiş, umarsızlıktan çıkamıyor. Yüreği kabarık, susmuyor. Susacak gibi de değil.
“Çocuklarım olmasa çoktan şu kayalıklardan bırakırdım kendimi.” Diyor. Evin arkasındaki koca, yalçın tepelere dalıyor gözleri. Umudun zerresi yok bakışlarında. Gözlerinin feri sönmüş gibi.
Avluda çocukların minicik ayakkabılarına takılıyor gözlerim. Biri ters dönmüş. Kızın belli. Kırmızı, atkılı pabuç.
“Bunlar Yağmur’un mu?” Diyorum.
“Nereden anladın abla?” Diyor. İç geçiriyor. Gülümsüyorum. Kederli bakışlarını içime alarak çıkıyoruz. Yukarı evde Selma’nın babası oturuyor. Henüz altmışlı yaşlarda imiş. Seksen yaşında gibi duruyor. Oğlunu, iki damadını yitirmiş. Yedi torun başına kalmış. Oğlunu toprağa verdikten sonra gelin zamansız doğum yapmış.
“O hiç baba bilemeyecek. Babasına ne olduğunu nasıl anlatacağız? Üç yaşındaki bebesi bile zor hatırlayacak. Daha ne kadar yaşarım bilmiyorum.” Genç bir adam geliyor yanımıza. Büyük oğluymuş. Yeni gelmiş yurt dışından. Alamancı diye düşünürken;
“Afganistan’da çalışıyorum. İnşaat mühendisiyim. Geçenlerde üç mühendis arkadaşımı öldürdüler. Moralim bozuk olduğundan hava değişimine gelmiştim. Geldim kardeşimi, eniştelerimi toprağa verdim. Galiba artık buralarda kalacağım.”
Bir evden bir cenaze çıksa on ev yasa bürünürmüş. Anne atılıyor sözlerine;
“Oğlum gelin girmedik ev olur ama ölüm girmedik ev olmaz! Bizimkiler zamansız öldüler. Bizimkiler göz göre göre öldüler. Daha ölülerimizi, yavrularımızı toprağa vermeden sakallı, cübbeli adamlar bize fetva vermeye geldiler. “Ağlamayın, yoksa ölüleriniz Cennete gidemez!” Diye. Gazete ve sosyal medyadan görmüştük onları.
“Çok kırıldık, üzüldük. Ölen onların değil ya verdiler fetvaları gittiler. Biz toprak altına yatırdıklarımızın acısıyla yanar tutuşuruz. Veren Allah, alan Allah! Bilmez miyiz? Bizim çocuklar ölmedi ki, öldürüldüler.”
Kazım Abi bizi evden eve götürdükçe evrenin tüm yükü omuzlarımızda değil; yüreklerimizde çoğalıyordu. Hangi eve girsek kara kömürün geride bıraktığı is kokulu acılarını içimizde hissediyorduk.
Kınık İlçesi Cumalıköy’e uğruyoruz. İlköğretim okulu önünde Aslı’nın evini soruyoruz. Gençten biri ilgileniyor. Köy delikanlılığının bıçkınlığı var üstünde. Gözleri uykusuz, yorgun, hüzün dolu bakıyor. Önce köy içinde bir yer tarif ediyor. Sonra;
“Ben sizi bırakayım.” Diyor. Sorular soruyor. Biraz tedirgin. Güvenini yitirmiş hissine kapılıyorum. Aslılara gidiyoruz. Biz içeri girip, Aslı ve çocuklarıyla tanışıyoruz. Evin babaannesi dertlerini sayıp, döküyor. Tek oğlu imiş. Başına matem yazması takmış. Kömür karası bir yazma. Kara iplikle oyalanmış.
Oradan ayrılmak için dışarı çıktığımızda bizi bu eve getiren delikanlıyla karşılaşıyoruz.
“Ben sizi yine götürürüm.” Diyor.
“Nereye gideceğimizi biliyor musun?”
“Elinizdeki kâğıttan gözüme çarptı. Dudulara. İsmail Arkan ’ın evine gidiyoruz. İsmail benim babam olur. Ölen Veysel benim bir küçük erkek kardeşim.” Gözleri yaş içinde kalıyor.
Köyün otoyola bağlandığı kavşağa yakın, tarlaların ortasında iki tane derme-çatma eve yaklaşıyoruz. Etraf açıklık. Tepelerin etekleri zeytin ağaçlarıyla dolu. Gencin adı Bihan. Bihan otuz yaşında. O da madende çalışıyor. Dokuz kardeşin altısı madende işçiymiş. Baba İsmail madenden emekli olmuş ama akciğerleri çoktan bitmiş. Sapsarı yüzlü bir adam. Zor nefes alıyor. Anne Menekşe Hanım tülbendinin üstüne kara bir yazma çatmış.
“Üç çocuk deyip duruyordu Başbakan. Üç değil, tam dokuz çocuk verdim ben devlete. Bu zamana kadar hiç birine bir fiske dahi vurmadım. Sevgiyle has yoğurdum ben onları. Yüreklerine korku, dillerine yalan aşılamadım hiç. Gücümüz ne el verdiyse okuttuk. Hep koruduk. Devlet benim bir oğlumu koruyamadı. Devlet hep bize hesap sordu. Okul, askerlik, vergi. Şimdi ben soruyorum; oğluma ne yaptınız? Daha oğluna, karısına doymamıştı. Tütün tarlalarında balya dizdim, ak sütümle besledim.” Menekşe artık kendini sıkmadan, katılırcasına ağlıyordu. Ağlarken bile gözlerinin içi sevgiyle dolu has bir anne vardı karşımızda. Torunu İsmail’e öyle bir bakıyordu ki, ölen oğlu karşısında gibiydi.
Annesinin hıçkırıkları Bihan’ı kahrediyor. Söze giriyor.
“Bizim buralar gördüğünüz gibi abla. Ekme yok, biçme yok. Zamanında pamuk, tütün ekilirmiş. Devlete ait maden ocaklarının yanına özel ocaklar açılınca bizler, çevre köylerin gençleri umut kapısı diye girdik. Ben ilkokul mezunuyum ama ne elimden kitap düşer, ne de memleket sorunlarına duyarsız kalırım. Otuz yaşına geldim. İki çocuk babasıyım. Babamın hastalığı, kardeşimin ölümü beni iş yapamaz durumuna getirdi. Olay olduğu zaman ben başka madende çalışıyordum. Hepimizi oraya yönlendirdiler. Kurtarma ekiplerine yardıma gittik. Üzerine bastığım cesetlerin sayısını unuttum. Hele daha sonra, ikinci gün madene girdiğimde durum daha da korkunçtu. Kolları, bacakları şişerek kopmuş, yanmış arkadaşlarım tanınmayacak durumdaydılar. O gün, bu gün gördüğüm kâbuslar, halüsinasyonlardan doktor “iş yapamaz” raporu verdi. Kardeşim son zamanlarda çıkardıkları kömürün sıcaklığından söz ediyordu. Madendeki ısı artışının nedeninin sıcak kömüre bağlıyordu. Bir H panosu vardır. Bu H panosunda metan gazı yükseldiğinde baş dönmesi, mide bulantısı gibi belirtiler olur. Fazla solunduğunda ölümlere neden olur. Çizelge oldukça yükselmiş. Daha önce bu ısıyı ayarlamak için iki veya üç defa çalışmalara ara verilmişti. Tekrar başladıklarında çavuşlar gaz uyarıcıları devre dışı bıraktırmış. Kardeşim başka bir iş arayışındaydı. Babamın ciğerleri de onu korkutmuştu. Olmadı. Kardeşimin ölümü çılgın, insanlık dışı düzeninin fırtınasında evimizin çatısını uçurdu. Açık çatıdan gökyüzü görünür değil mi abla? Biz oradan da kara toprağı görüyoruz.
Sendika temsilcileri bir gün bile aşağıya, yani madene inip de çalışma şartlarımızı yerinde incelemezler. Bu zahmete katlanmazlar. Türkiye’de sendikacılık ilerleyeceği yerde geriliyor. İktidara göre yasalar çıkarılıyor. Bazen arkadaşlara “Birlik olalım, yasalarda eksiklik ve terslikler var!” Dediğimde bana hep “Haklısın.” Diyorlar. İş sendika temsilcileriyle konuşmaya geldiğinde yanımda, arkamda hiç kimse kalmıyor. Hani Nasreddin Hoca’nın Timurlenk ve fil hikâyesi gibi. Birliğimiz yok ki, dirliğimiz olsun. Maden-İş üyesiyim. Ne dert anlatılır, ne onlar dinler. Abla bunların hepsi patrondan yana. Seçim yapacakları zaman bile seçim sandıklarının yanında mutlaka iş yerinin yöneticileri nöbet tutar. Seçimler öyle tatil günleri falan yapılmaz. Seçimler iş gününde mesai başlarken veya biterken yapılır. Yoksa iş gücü kaybından patron zarar eder.
Benim aldığım maaş böyle köy yerlerinde insanı krallar gibi yaşatır. Ay sonu geldiğinde yaptığım, biriktirdiğim borcun hesabını bilmiyorum. Ben sizlerden fazla temizlik için bütçe ayırmalıyım. Siz başınızı bir kere sabunlarken, ben sizden beş defa, altı defa daha fazla sabun tüketirim. Bunun suyu ve çamaşırı da var. Önümden dere akmıyor ki, çimip, yunayım. İsli, yağlı, kömür kokulu bir bedenimiz var bizim. Abla ben ağır işçiyim. Hem kafada, hem bedende. Günyüzü görmeden dokuz saat kazma-kürek sallamak öyle kolay değil. Bakma sen onların altı, yedi saat çalışıyorlar dediklerine. Ekmeğimizi, katığımızı evden getiririz. Genciz. Hep acıkır, çok yeriz. Ne işveren, ne sendikacılar halimizden anlamaz.
Bak abla! Bu hükümet geldiğinden beri sendikacılığa sekte vuruldu. Çok değil, birkaç yıl önce maden işçileri Ankara’da çadırlar kurup, eylem yapmışlardı. Değişen ne? Bize kırk satırla cevap verdiler abla.
Tamam! Yine iş yapalım, yine burada çalışalım. Çalışalım ama bizler de insanız abla. İnsan gibi yaşamayı hak etmiyor muyuz? Şartlarımız sağlansa, her iki taraf ta kazansa daha iyi olmaz mı abla? Geleceğimizin güvencesi olsunlar be abla! Bak! Ocaklara gidenler azaldı. Herkes korkuyor. Gençler korkmasa bile anaları, babaları izin vermiyor. Çocuklarını yeni cinayetlere kurban vermek istemiyorlar.
Abla! Onlar var ya, onlar? O patronların cepleri doldu. Bizim neyimiz oldu. Kapkara akan gözyaşlarımız. Evlerimiz kül oldu abla. Sevdiklerimizin kemikleri kömürleşecek abla. Sonra o kara topraktan tekrar boy verecekler. Yeşerecekler. Abla sen kitap okur musun? Germinal’i okudun mu? İşte o bizim hayatımızın gerçeği ablam.
Abla bak! Buraya yazıyorum. Çok geçmez tutukladıklarının hepsini salacaklar. Ölenler suçlu bulunacak. Faturası müdüre çıkacak.”
“Yok canım! Salarlar mı?”
“Gör bak abla! Okumuşsun, şehirlisin ama abla çok safsın. Ne oldu Madımak? Ne oldu ülkenin borçlarını sıfırlayan Reza? Ne oldu çocuk tacizcileri? Uludere? Kutular içindeki dolarlar? Para dolu odayla, para sayma makinaları? Öyle fazla okumadık ama hayat üniversitesinden diplomamız parayla, rüşvetle alınmadı. Mezuniyetimiz sağlamdır. Anamızdan, babamızdan sevgi aldık biz. Kıblemiz insan, sevgimiz Allah!
Bugün iktidarlar yalnızca kendilerine düşen görevi yapsa, taşeronluktan sosyal devlete dönüşse fena mı olur? Anlıyorum. Bütün partiler çıkarları için iktidara talip olurlar. Aslında hepsinin halka en iyi hizmet yarışında olması gerekmez mi? Özlenen, beklenen bu değil midir? Başbakan çıkmış, bağırıyor. “Bütün madencilerin fıtratında ölüm var.” Diye. Ben de diyorum ki; bu iktidarda sevgisizlik, hırs, kin, nefret var!”
Bihan birden susuyor. Güneşin batmakta olduğu tepelere dalgın bakıyor. Bu evde dertleri yüklenmemiş kimse kalmamış. Bana bakıyor.
“Abla en çok Yeğenim İsmail beni üzüyor. Dört yaşında babasının maden ocağında çalıştığını sanıyor. Onun için maden toprağın altıdır. Yedisinde mezarı ziyaret ettiğimizde babasının orada yattığını söyledik. Söylemez olaydık. “Babamı bekleyelim eve öyle gidelim” diye tutturdu. Nasıl anlatırız abla? İsyanım çok büyük abla. Sabrediyoruz.”
Vedalaşıyoruz. Ertesi günü Kınık’taki hatim duasına çağırıyoruz. Geliyor. Belki Türkiye’nin en aydın, en bilinçli hocaları dua okuyup, gelen cemaati uyarıyor.
“Ölüm yalnızca madencilere verilmemiştir. Herkes ölecek. Bu bir kaza değil; seri şekilde işlenmiş cinayetlerdir. Sizler dünyanın en zor mesleklerinden birini icra ediyorsunuz. İnsanlığa hizmetiniz çok büyüktür. Hakkınızı aramak çocuklarınıza karşı olan sorumluluklarınızdan biridir!” İç sesim yine uyanıyor. “Bunları devletin başı duysa hemen tutuklar.” Camii dolmuş, taşmıştı. Halk bu konuşmalarla sanki daha bir sakinleşmişti. Camii avlusunda sıraya girmişler; hocaların ellerini sıkıp, teşekkür ediyorlardı. Galiba ihtiyacımız olan psikolojik desteklerden biri de dini maneviyatı yükseltecek doğru ve yerinde konuşmalardı. Yoksa “Ağlamayın! Ölenleriniz Cennete gidemez!” Değildi.
Bizler daha buralardayız. Köyleri dolaşmaya devam ediyoruz. Uykularımız yaşadıklarımızın, gördüklerimizin, dinlediklerimizin üzüntüleriyle katlediliyor. Aklımız Selma’da, aklımız Aslı ve diğerlerinde. Aklımız kemiğine kadar sıyrılmış durumda. Yemek mi? Boğazımızda düğümler katılaştı, çözülmüyor. Geride yılgın insanlar bırakarak, tekrar gelmek üzere buralardan ayrılıyoruz. Evet! Ülkemiz yılgınlar ülkesi oldu.
“Madencinin fıtratında ölüm vardır.” Diyen Başbakan’a soruyorum;
“Sizin mayanızda ne var?”
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
12 Mar
UTANCINIZ BOYNUNUZDA ASILI KALSIN!
Eğer utanmanız varsa…
Hırsızlığınız nasıl tescilliyse, katilliğiniz de öyle!
Senin bana “O çocuğun orada olmaması” gerektiğini söyleme hakkın yok! Olamaz!
Ben sana sorarım;
Mısır’da ölen Esma’nın orada ne işi vardı?
Ben sana sorarım;
On üç yaşındaki kız çocuklarının dedeleri yaşındaki adamlarla gerdekte ne işi var?
Ben sana sorarım;
Samsun’da küçük Kübra açlıktan ölürken siz ayakkabı kutularına paraları mı istifliyordunuz?
Ben size sorarım;
Ceylan’ı, Onur’u, Ali İsmail’i, Ethem’i, Mehmet’i, Ahmet Atakan’ı, Serdar’ı, Abdullah’ı ve diğerlerine nasıl kıydınız?
Ben sana sorarım;
Ayaz Bebek donarken neredeydiniz?
Ben sana sorarım; Sibel yanarken neredeydiniz?
Ben sana sorarım;
Onlarca insanı uydurduğunuz paralel yapılanmayla suçsuz yere hapislere gönderenlere neden engel olmadınız?
Ben size sorarım;
Halkı ne zaman böleceksiniz, ne kadar daha böleceksiniz?
Ben sana sorarım;
“Biz kefenimizi giydik.” Diyorsunuz. Yıllardır aynı terane. O kefen artık pislikten kokuşmadı mı?
Ben size sorarım;
Sizlerin beyni, vicdanı, yüreği, dini var mı?
Ben size sorarım;
O ağaçları hangi çıkar adına kestiniz? Siz günah, hadis nedir bilir misiniz?
Ben size sorarım;
Hayırsız veya besleyemediğimiz, sevgi veremediğimiz üç çocuk mu, yoksa hiç çocuk mu? Sizin çocuklarınız var da ne oldular?
Biz size soruyoruz;
Berkin’i neden vurdunuz?
Çok korkuyorsunuz değil mi? “Biz Allah’tan başka kimseden korkmayız.” Diyorsunuz ya? Allah’tan korkulmaz! Allah sevilir. Allah insanoğluna verilen en büyük aşktır. Zaten Allah’ını seven en iyi, en dürüst insandır.
Saklamayın artık! Çok korkuyorsunuz. Yüzlerce korumayla dolaşıp, hala ahkâm kesiyorsunuz. Gazete okumayan, televizyon izlemeyen yüzde elliyle kendinizi korumaya aldığınızı sanıyorsunuz.
Siz ibadet ettiğinizi mi düşünüyorsunuz? Allah’ın yarattığına vur emri vermekle ibadetleriniz yalnızca kan kokuyor.
Düşmanlarınız bile sizden onurlu.
Yunanlı bir genç vardı. Adı Alex. Polis kurşunuyla ölmüştü. Anımsadınız mı? Polis ömür boyu hapse mahkûm edildi, içişleri bakanı onurluca istifa etti. Onurluydu çünkü.
Onların genci genç de, bizimkiler değil mi?
Koltuğunuz bizim çocuklarımızdan, gençlerimizden daha değerli değil. Bizim çocuklarımız en az sizin çocuklarınız kadar değerli!
Siz bizim gözümüzde artık Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil edemeyecek kadar ufaksınız. Oturduğunuz koltuğun kutsallığı, yüceliği adına onurlu bir şekilde istifa ediniz. Halkı daha fazla kine-nefrete-kana bulaştırmayınız.
Biz artık sizin icraatlarınıza değil; cinayetlerinize bakar olduk. O çocukların kanları alnınızda kızıl bir damgaya dönüşüyor.
Sahi! Siz Berkin’den ne istediniz. Ülkeye on altı kiloluk bir çocuk sığmadı mı? Nefretiniz, kininiz kime?
Siz bu ülkede cumhuriyetin varlığıyla yaşıyor, o koltukta oturuyorsunuz.
Siz ne bir Atatürk, ne bir İnönü’sünüz. Olamazsınız da.
“Cihan” bile size ancak altı saniye dayandı.
Haydi!
Gidin artık!
Bugün ülkemizin tüm ocaklarından bir cenaze kalkıyor. O utanç boynunuzda asılı kalacak!
Siz nasıl olsa unutulacaksınız. Berkin ve diğerlerinin veballeri üzerinizde olacak!
Tülin Dursun 11.03.2014
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
02 Haz
Bugün 1 Haziran 2013
Bir ağacı bahane ederek sokaklara döküldüğümüzün beşinci günündeyiz.
Bugün- yarın bölüneceğiz korkusuyla yaşarken bir gece ansızın Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Alevi, Sünni, sağcı, solcu, Fenerli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı farklı yollardan Taksim’de birbirimize sarıldık. Onca yıldır hasretliğimizi birkaç saate sığdırarak özgür olmanın tadına vardık.
Artık ok yaydan fırlamıştır. Ok geri dönmeyecektir. Galiba bunun adı “DİRENİŞ” değil; “DİRİLİŞ”tir.
Yıllardır ezilmişliğin edebiyatını yapmaya çalışanların bizleri ezmelerine başkaldırışımızdır.
Dinimize, ibadetimize, eğitimimize, sosyal yaşantımıza, doğuracağımız çocuklarımıza, sanatımıza, yazdıklarımıza, çizdiklerimize, müziğimize baskı yapan, şerh koyan bir erke varlığımızı
gösterme çabasındayız.
İşsizliğin, açlığın sınırına gelmiş yurttaşlarımızın onurlarıyla yaşamasına destek verme çabasındayız.
Dünyanın sayılı adalet saraylarından birine sahibiz ama hukukun çiğnendiği sisteme karşı dik durma çabasındayız.
“Demokrasi getireceğiz.” Diyerek var olanı da yok eden bir zihniyete karşı duruşumuzdur bu.
Türkiye’yi açık hava hapishanesine çevirenlere karşı duruşumuzdur bu.
Ormanlarımızın, milli servetimizin yok edilişine isyandır duruşumuz.
Çocuklarımız için, torunlarımız için, gençlerimiz için kurduğumuz hayallerimizin yok edilmesine karşılıktır duruşumuz.
Dört, beş yıldır kanıtlanamayan suçlardan ömürleri hapishanelerde geçen arkadaşlarımız, vatandaşlarımız için uykulardan uyanışımızdır bu diriliş.
Biliyoruz! Henüz yolun başındayız ama artık uyanığız.
Tülin Dursun
Gündem kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
12 Mar
Anne üzgün baktı babaya;
“ Günlerdir doğru dürüst bir şey yemiyor oğlan. Acaba bir doktora götürsek mi diyorum?.”
“ Oğlan aslan gibi. Artık ikinci sınıfta. Sen rahat bırak da yesin. Varma bu kadar üstüne.”
Anne sustu. Baba işine gitti.
Murat kahvaltıya oturdu. Çok az yedi. Annesi üzüldü;
“ Neden az yedin yine?. Diye sitem etti. “ Bak kemiklerin sayılıyor neredeyse. Şimdi çok ye ki büyüyesin!.”
“ Canım istemiyor anne.” Annesine diyemedi;
“ Nasıl olsa dünyadaki bütün çocukları öldürüyorlar; yemesem de olur.” Diyemedi.
Masadan kalktı. Okul servisine yetişmek için aceleyle çıktı dışarıya. Servise binerken düşünceliydi. Şu büyükleri bir türlü anlamıyordu. Hem,” Her şeyimiz çocuklarımız” diyorlar; hem de çocukları öldürüyorlardı. Demek savaşlar çocuklar için yapılıyordu. Çünkü savaşta hep çocuklar ölüyordu.
“ Ya bizim buralarda da savaş olursa?.” Diye korktu Murat. Babası güçlüydü, onu korurdu.
İçinde başka bir ses duydu;
“ Onların da babaları vardı ama, öldüler.”
“ Benim babam da, asker amcalarım yan yana gelir; bizi korur.” Dedi yine çocuk.
İçindeki ses dürttü düşüncelerini;
“ Büyüklerin de büyüğü var.”
“ O zaman en büyüğe bizi korumasını söyleriz.” Dedi Murat.
Okulda öğretmen, barışın güzelliğini anlattı o gün öğrencilerine. Murat sordu öğretmenine;
“ Büyükler bu güzelden anlamıyorlar ki; barış istemiyor. Neden?”
Yutkundu öğretmen. Bu yaştaki çocuğa verecek yanıt bulamadı. Haklıydı Murat.
“ Boş verin öğretmenim. Ben neden olduğunu biliyorum.”
“ Neden?.” Dedi öğretmen.
“ Çocuklar başlarına bela olmasın da ölsünler diye. Dünya hep onlara kalsın diye!.”
……
Gece rüyasında; beyaz giysili, ak sakallı bilgeyle karşılaştı Murat. Bilge sordu;
“ Murat sen savaşların çocuklar için yapıldığına mı inanıyorsun?”
“ Evet. İnanıyorum.” Dedi Murat. Sonra devam etti içini çekerek;” Savaşlar, çocuklar yok olsun diye yapılıyor. Onlara yaşam hakkı tanımıyor aç gözlü, büyük ülkeler. Kendi çocuklarının karnını doyurabilmek için bizim yaşamlarımızı çalıyorlar.”
“ Sen tahminimden de çabuk büyümüşsün Murat!.” Dedi bilge adam.
“ Savaş bizi yok ettiği gibi; erkende büyütüyor!.” Dedi Murat.
Bilge adam gitmişti.
Tank seslerini duydu. Ateş ediyorlardı bahçelerine. Anneler, babalar çocuklarını kucaklamış, kaçıyorlardı. Sığınacak bir yer arıyordu çoğu. Annesinin sesini duydu;
“ Murat, oğlum sığınağa koş!.” Ne sığınağı?.
“ Evin bodrumuna koş oğlum!.” Çocuk koştu. Sığınağın kapısı açılmıyordu. Kapıcıya o kadar da tembihlenmişti. Hani bu adam sivil savunma derslerine gidip, sertifika almıştı?.
“ Babana seslen. O açabilir. “ Dedi anne.
“ Unuttun mu, babam savaşta anne?.”
“ Bizi kurtarmak içindir oğlum!.”
“ Başka babalarla bir olup; bizi korurlar mı anne?.”
“ İnşallah oğlum.” Dedi annesi ümitsiz bir sesle.
“ Anne burası sığınak değil; kazan dairesi.”
“ Biliyorum oğlum!.”
Uzaktan gelen ateş seslerinin yaklaştığını duyuyordu çocuk. Annesine sokuldu. Sarmaladı annesi oğlunu.
Aç kalan arkadaşlarını gördü. Daha önce yüzlerini hiç görmediği, milyonlarca arkadaşı vardı. Ağlaşıyordu hepsi. Ve hepsi de açtı. Çoğu yaralanmış; elleri, ayakları kopmuştu. Kan bulaşmıştı toprağa. Topraktaki kan kokusu dünyaya yayılmaya başlamıştı. Kan kokusuna, çocukların ölüm korkusunun kokusu da karışınca çok pis koktu evren.
Ufak bebeklerin sütleri de kalmamıştı annelerinin memelerinde. Murat çok ağladı onlar için. Annesinden onlara yiyecek vermesini istedi.
“ Bizim de hiç kalmadı!.” Dedi annesi. Çocuk annesine kızdı;
“ Buzluğa sakladığın yiyecekleri çıkar o zaman!.” Dedi annesine.
“ Elektrikler kesilince, hepsini çöpe attım!.” Dedi kadın. Çocuk ağladı arkadaşlarına, milyonlarca arkadaşına mahcup bir şekilde eğdi başını önüne.
Bilge adam göründü yine;
“ Şimdi ne düşünüyorsun Murat?.” Diye sordu.
“Milyonlarca arkadaşım, ben, biz. Herkes aç ve korumasız!”
“ Sen de bir şeyler yap o zaman!.”
“ Ben çok küçüğüm, ne yapabilirim ki?.” Diye itiraz etti çocuk.
“ Ama düşüncelerin çok büyük!.” Dedi bilge adam.
“ Ne yapmalıyım sence?.”
“ Sen bulacaksın onu!.”
Ateş sesleri iyice yaklaştı. Alevler sardı etrafını. Babasını gördü, elinde kocaman tüfekle. Babasına ateş ediyorlardı. Gözlerinin önünde çaresiz, oğlunu koruyamayan babası öldürülüyordu.
Annesi bir köşeden babasına el uzatıyordu. Büyük ülkelerin askerlerine yakalanmamak için gizlice yapıyordu bunu. Sığınağın en korumalı yerine saklamıştı annesi oğlunu. Babasına bir kez daha el uzattığını gördü annesinin.
Büyük ülkelerin kuvvetli askerleri; çocuklarını koruyan büyük ülkelerin babalarıyla beraber, küçük ülkelerin çocuklarını koruyamayan anne ve babalarını öldürdüğünü gördü. Annesi, babası da ölmüştü. Alevler giderek büyüdü. Murat’ ın her tarafını sardı.
“ Oğlum, canım oğlum!. Uyan artık, bak yanındayız.”
Murat uyandı. Savaş yoktu. Annesinin kızarttığı ekmeklerin kokusunu duyumsadı. Yataktan fırladı. Camdan dışarı baktı. Her şey dün gece bıraktığı gibiydi. Elini yüzünü yıkamak için banyoya girdi.
Kahvaltısını yaptı. Kimseyi üzmedi. Anne, baba çok sevindiler. Murat masadan kalkarken, biraz kahvaltılık daha aldı.Annesine;
“ Anne, her gün bu kadar alıp ta, arkadaşlarıma yani; Irak’ taki, Filistin’ deki, Afrika’ daki, dünyanın her tarafındaki korumasız çocuklara biriktirebilir miyim?.” Sonra devam etti;
“ Siz artık bizi koruyamıyorsunuz!. Biz arkadaşlarla birlik olup, sizi koruyacağız. Dünyanın yaşlanmasına, büyük ülkelerin eline kalmasına seyirci kalmayacağız!.” Çocuk okul servisine yetişmek için çıktı dışarı. Aklında bilge adamın dedikleri vardı.
“ Sen de bir şeyler yapabilirsin.”
tülin dursun “ISIRGAN OTLARIM” 2005 Nisan
Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
29 Tem
“Akşam yola çıkıyoruz.” Dedi babam.
Benim yakışıklı babam. Annem bizi bırakıp da Almanya’ya gittiğinden beri babam bizim “ALLAH”ımız. Herşeye o karar verir. Yemeklerin en lezzetlisini annemden daha iyi o yapar. O öğretmenimden daha çok şey bilir. Sokakta oyun oynamamıza söz etmez. Kavga edersek canı sıkılır. Dayak yer de gelirsek çok kızar. Benim babam eve kedi-köpek getirmemize kızmaz. Bizden daha çok sahiplenir onları.
“Akşam yola çıkıyoruz.”Dedi babam.
“Nereye gidiyoruz baba?”
“İstanbul’a. Yengemin yanına.” Daha önce hiç İstanbul’a gitmemiştim. Çok büyük olmalı. Denizi bizim İzmir’den büyük müdür acaba? İstanbul’da kimler oturur? Okulları, fabrikaları, hastahaneleri, bakkalları çok mu İstanbul’un? İnsanlar nasıl giyinir? Bütün kız çocukların kırmızı fiyonk tokalı ayakkabısı var mıdır? Onların anneleri de Almanya’ya gitmiş midir? Onlar gevrek nedir bilirler mi, yemiş severler mi?
Babam kardeşim Ufuk ‘la beni Kemeraltı’na götürdü.Kardeşime lacivert- beyaz bahriyeli elbisesiyle siyah sandalet aldı. Bana kırmızı puanlı elbiseyle kırmızı fiyonk tokalı ayakkabı. Elbisemin jüponu dantelliydi hem. Çok güzel. Benim babam çok zengin olmalı.
Manav Kazım Amca bizi otobüslerin her yöne gittiği büyük bir yere götürüyor. Her otobüs önünde çığırtkanlar var.
“Bandırma’ya hemen kalkıyor.”
“Denizli, Denizli.”
Mavi – beyaz bir otobüsün üstünde İstanbul yazısı var. Babam iki kişilik bilet alıyor. İki kişilik yere üç kişi oturuyoruz anlayacağınız. Ufuk dört yaşında daha. Uzun kirpikleri ıslak, ağlamaklı gözlü. Babam evde hazırladığı kuru köfte, haşlanmış yumurta ve ekmeği başımızın üstündeki bölmeye koyuyor. Anımsadığım ilk uzun yolculuğum. Daha önce babamın Şark Hizmeti nedeniyle Sarıkamış’a gidip, gelmişliğim varmış.
“Yolumuz uzun, uyuyun!” diyor babamız. “Sabah İstanbul’da oluruz.
Gözümü kapatıyorum. Uyuyamıyorum. Babam dahil bütün amcalar, abiler sigara içiyor. Otobüsün camları açık. Ben nefes alamıyorum. Kardeşimin başı öne düşecek gibi eğilmiş. Ağzının etrafına çikolata bulaşmış. Göz yaşları kirli yanaklarından aşağı ince bir yol yapmış.
Ne kadar gittiğimizi, aradan ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyorum. Sanki bir dağa tırmanıyormuş gibi yokuş yukarı giderken otobüs sarsılıyor. Muavin abi lastiğimizin patladığını söylüyor. Babam kardeşimi koltuğa uzatıp, aşağı iniyor. Otobüsün radyosu devamlı “Deniz Gezmiş ve Arkadaşları”ndan söz ediyor. Yolcular onlar için dua ediyor.
Babam bir sigara “tüttürüp” tekrar yanıma geldiğinde soruyorum;
“Deniz Gezmiş kim baba?”
“Kimden duydun kızım?”
“Radyo diyor ki “Deniz Gezmiş ve Arkadaşları hala bulunamamış. Buradaki amcalar da onlara dua ediyor. Ne yapmışlar baba? Yoksa hırsız mı olmuşlar?”
Babam tam bana anlatmaya çalışırken jandarmalar otobüsün etrafını çeviriyorlar. Birileri ön kapıdan, bir kaç jandarma da arka kapıdan biniyor. Herkesin yerlerine oturulması emrediliyor. Önden ve arkadan aynı anda başlayarak nüfus kağıtlarımızı çıkarmamızı istiyorlar. Sıra babama geldiğinde jandarma abi hazır ola geçip, babama selâm veriyor. Herkes babama bakıyor. İşleri bitince yola devam etmemizi söylüyorlar. Şoför babama “komutanım” diyor devamlı. Babam gülüyor. Arada sırada muavin çocukların suya ihtiyaçları olup, olmadığını soruyor.
Gece karanlık. Yolları göremiyorum artık. Uyku galip geliyor. Gözlerim kapanmakta. Başımı cama dayıyorum kolumu yastık yaparak.
Uyandırdı babam yavaşça. Ufuk kucağında.
“Aşağı iniyoruz kızım. Yanımdan ayrılma!” Etrafıma şaşkın bakıyorum. Herkes inmekte. Yerimden kalkamıyorum. Sol ayağım ön kanepenin altına sıkışmış. Babam kardeşimle inerken ben ayağımı bir şekilde kurtarmaya çalışıyorum. Çok zaman geçmiş olmalı. Babam;
“Haydi Şafak!” Diye sesleniyor.
Yine jandarma kontrolü. Çoluk-çocuk hepimizi otobüsten indirdiler. Sıkı bir arama. Birkaç jandarma el fenerleriyle amcaların yüzüne dikkatlice bakıyor. Bu karanlık, ıssız yerde iki saatten fazla oyalanıyoruz. Babam İzmir- İstanbul arası on iki saat demişti.
Tekrar otobüse bindiğimizde gün ışımıştı. Ağaçların, bitkilerin üzeri ıslaktı. Sabah rüzgarı esiyordu. Üşümüştüm. Herkesin uykusu kaçmış, şoför en yakın yerde “çay molası” vermişti. Kardeşim de, ben de tuvalete gitmek istediğimizi söyledik. Otobüsten indiğimizde gözlerim yeni alınan kırmızı fiyonk tokalı ayakkabılarıma takıldı. Sol ayakkabımın tokası yoktu. Koşarak oturduğumuz koltuğun altlarına baktım.
Yoktu işte!
Ağlayarak babama ayakkabımı gösterdim. Babam bana;
“Üzülme kızım, ben yenisini alırım.” Demedi. Onca insanın arasında yanağıma bir tokat attı.
“Sen nasıl kaybedersin? Neden ayakkabına sahip çıkmadın?” diyerek azarladı. Utandım. Korktum.
Babam!
Benim ulu babam!
Benim iyi babam!
Benim zengin babam!
Neden bana kızdın? Hani sen yüreği zengin adamdın? Vurduğun tokadın acısı mı, yoksa herkesin içinde azarlanmam mı içimi burktu?
Bilmiyorum, anlamıyorum.
Yıllar su gibi akıp, gitti. Babamın bizi kedi yavrusunu ensesinden her yere taşıdığı gibi sahiplenmesi, aramızdaki bağın zincirlerle bağlanması gibi bir şeydi. Ondan öğrendiklerimiz, onunla yaşadıklarımız en güzel deneyimlerimizdi. Sevgiyi katıksız öğrendik biz. Keşke o gün onun emekli maaşının yarısını bizler için harcadığının farkında, bilincinde olacak yaşta olsaydık…
Deniz Gezmiş deyince bugün;
Jandarma, yirmi dört saate varan İzmir-İstanbul yolculuğu, kırmızı fiyonk tokalı ayakkabılarım, sahiplenme ve acısı hiç dinmeyen-unutulmaz “baba tokadı” gelir aklıma.
Deniz gezmiş yakalandığı gün ise;minicik yüreğimden o an ona duyduğum kızgınlığın yerini ağlama nöbetlerim aldı ve kahrolası kırmızı fiyonk tokalı ayakkabılarım aklıma geldi.
“Keşke jandarma abilere kırmızı tokalı ayakkabılarımı verseydim de onu yakalamasalardı.”
Olur muydu ki?
Can kardeşim, kanım Şafak İşleker’e paylaştığımız güzellikler için…
tülin dursun 19.07.2010 foça/bağarası
Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
16 Kas
hangi mevsimden
çıkıp geldin?
tanrısız,
besmelesiz
çocuklar mı
doğurdun
ötelenmiş?
bedeninin
hangi kuytusundan
sürgün verdin
çoğul?
gönülsüz girdiğin
yatak sayısınca
bekaretin
kaç coğrafyada
döllendi?
morarmış dudaklarındaki
ak hüzün;
okunuyor kan(lı)
gözlerinden.
evrene eşit yaşın;
bir o kadar masumsun
sen!
vuruldukça
alnının ortasına
kızgın dillerle
“o” damgası;
aldırma!
aldırma sen!
sokul yavrularına
bakire meryem
kutsallığında,
ana sütü aklığında…
sana sürüldükçe
kara, kapkara
lekeler;
dağlanacaktır
bütün şerefsizlerin
zürriyetleri…
tülin dursun 11.11.2009 london-angel
Şiir kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
13 Mar
Anne üzgün baktı babaya;
“ Günlerdir doğru dürüst bir şey yemiyor oğlan. Acaba bir doktora götürsek mi diyorum?.”
“ Oğlan aslan gibi. Artık ikinci sınıfta. Sen rahat bırak ta yesin. Varma bu kadar üstüne.”
Anne sustu. Baba işine gitti.
Murat kahvaltıya oturdu. Çok az yedi. Annesi üzüldü;
“ Neden az yedin yine?. Diye sitem etti. “ Bak kemiklerin sayılıyor neredeyse. Şimdi çok ye ki büyüyesin!.”
“ Canım istemiyor anne.” Annesine diyemedi;
“ Nasıl olsa dünyadaki bütün çocukları öldürüyorlar; yemesem de olur.” Diyemedi.
Masadan kalktı. Okul servisine yetişmek için aceleyle çıktı dışarıya. Servise binerken düşünceliydi. Şu büyükleri bir türlü anlamıyordu. Hem,” Her şeyimiz çocuklarımız” diyorlar; hem de çocukları öldürüyorlardı. Demek savaşlar çocuklar için yapılıyordu. Çünkü savaşta hep çocuklar ölüyordu.
“ Ya bizim buralarda da savaş olursa?.” Diye korktu Murat. Babası güçlüydü, onu korurdu.
İçinde başka bir ses duydu;
“ Onların da babaları vardı ama, öldüler.”
“ Benim babam da, asker amcalarım yan yana gelir; bizi korur.” Dedi yine çocuk.
İçindeki ses dürttü düşüncelerini;
“ Büyüklerin de büyüğü var.”
“ O zaman en büyüğe bizi korumasını söyleriz.” Dedi Murat.
Okulda öğretmen, barışın güzelliğini anlattı o gün öğrencilerine. Murat sordu öğretmenine;
“ Büyükler bu güzelden anlamıyorlar ki; barış istemiyor. Neden?”
Yutkundu öğretmen. Bu yaştaki çocuğa verecek yanıt bulamadı. Haklıydı Murat.
“ Boş verin öğretmenim. Ben neden olduğunu biliyorum.”
“ Neden?.” Dedi öğretmen.
“ Çocuklar başlarına bela olmasın da ölsünler diye. Dünya hep onlara kalsın diye!.”
……
Gece rüyasında; beyaz giysili, ak sakallı bilgeyle karşılaştı Murat. Bilge sordu;
“ Murat sen savaşların çocuklar için yapıldığına mı inanıyorsun?”
“ Evet. İnanıyorum.” Dedi Murat. Sonra devam etti içini çekerek;” Savaşlar, çocuklar yok olsun diye yapılıyor. Onlara yaşam hakkı tanımıyor aç gözlü, büyük ülkeler. Kendi çocuklarının karnını doyurabilmek için bizim yaşamlarımızı çalıyorlar.”
“ Sen tahminimden de çabuk büyümüşsün Murat!.” Dedi bilge adam.
“ Savaş bizi yok ettiği gibi; erkende büyütüyor!.” Dedi Murat.
Bilge adam gitmişti.
Tank seslerini duydu. Ateş ediyorlardı bahçelerine. Anneler, babalar çocuklarını kucaklamış, kaçıyorlardı. Sığınacak bir yer arıyordu çoğu. Annesinin sesini duydu;
“ Murat, oğlum sığınağa koş!.” Ne sığınağı?.
“ Evin bodrumuna koş oğlum!.” Çocuk koştu. Sığınağın kapısı açılmıyordu.Kapıcıya o kadar da tembihlenmişti. Hani bu adam sivil savunma derslerine gidip, sertifika almıştı?.
“ Babana seslen. O açabilir. “ Dedi anne.
“ Unuttun mu, babam savaşta anne?.”
“ Bizi kurtarmak içindir oğlum!.”
“ Başka babalarla bir olup; bizi korurlar mı anne?.”
“ İnşallah oğlum.” Dedi annesi ümitsiz bir sesle.
“ Anne burası sığınak değil; kazan dairesi.”
“ Biliyorum oğlum!.”
Uzaktan gelen ateş seslerinin yaklaştığını duyuyordu çocuk. Annesine sokuldu. Sarmaladı annesi oğlunu.
Aç kalan arkadaşlarını gördü. Daha önce yüzlerini hiç görmediği, milyonlarca arkadaşı vardı. Ağlaşıyordu hepsi. Ve hepsi de açtı. Çoğu yaralanmış; elleri, ayakları kopmuştu. Kan bulaşmıştı toprağa. Topraktaki kan kokusu dünyaya yayılmaya başlamıştı. Kan kokusuna, çocukların ölüm korkusunun kokusu da karışınca çok pis koktu evren.
Ufak bebeklerin sütleri de kalmamıştı annelerinin memelerinde. Murat çok ağladı onlar için. Annesinden onlara yiyecek vermesini istedi.
“ Bizim de hiç kalmadı!.” Dedi annesi. Çocuk annesine kızdı;
“ Buzluğa sakladığın yiyecekleri çıkar o zaman!.” Dedi annesine.
“ Elektrikler kesilince, hepsini çöpe attım!.” Dedi kadın. Çocuk ağladı arkadaşlarına, milyonlarca arkadaşına mahcup bir şekilde eğdi başını önüne.
Bilge adam göründü yine;
“ Şimdi ne düşünüyorsun Murat?.” Diye sordu.
“Milyonlarca arkadaşım, ben, biz. Herkes aç ve korumasız!”
“ Sen de bir şeyler yap o zaman!.”
“ Ben çok küçüğüm, ne yapabilirim ki?.” Diye itiraz etti çocuk.
“ Ama düşüncelerin çok büyük!.” Dedi bilge adam.
“ Ne yapmalıyım sence?.”
“ Sen bulacaksın onu!.”
Ateş sesleri iyice yaklaştı. Alevler sardı etrafını. Babasını gördü, elinde kocaman tüfekle. Babasına ateş ediyorlardı. Gözlerinin önünde çaresiz, oğlunu koruyamayan babası öldürülüyordu.
Annesi bir köşeden babasına el uzatıyordu. Büyük ülkelerin askerlerine yakalanmamak için gizlice yapıyordu bunu. Sığınağın en korumalı yerine saklamıştı annesi oğlunu. Babasına bir kez daha el uzattığını gördü annesinin.
Büyük ülkelerin kuvvetli askerleri; çocuklarını koruyan büyük ülkelerin babalarıyla beraber, küçük ülkelerin çocuklarını koruyamayan anne ve babalarını öldürdüğünü gördü. Annesi, babası da ölmüştü. Alevler giderek büyüdü. Murat’ ın her tarafını sardı.
“ Oğlum, canım oğlum!. Uyan artık, bak yanındayız.”
Murat uyandı. Savaş yoktu. Annesinin kızarttığı ekmeklerin kokusunu duyumsadı. Yataktan fırladı. Camdan dışarı baktı. Her şey dün gece bıraktığı gibiydi. Elini yüzünü yıkamak için banyoya girdi.
Kahvaltısını yaptı. Kimseyi üzmedi. Anne, baba çok sevindiler. Murat masadan kalkarken,biraz kahvaltılık daha aldı.Annesine;
“ Anne, her gün bu kadar alıp ta, arkadaşlarıma yani; Irak’ taki, Filistin’ deki, Afrika’ daki, dünyanın her tarafındaki korumasız çocuklara biriktirebilir miyim?.” Sonra devam etti;
“ Siz artık bizi koruyamıyorsunuz!. Biz arkadaşlarla birlik olup, sizi koruyacağız. Dünyanın yaşlanmasına, büyük ülkelerin eline kalmasına seyirci kalmayacağız!.” Çocuk okul servisine yetişmek için çıktı dışarı. Aklında bilge adamın dedikleri vardı.
“ Sen de bir şeyler yapabilirsin.”
“ısırgan otlarım” 2005
Öykü kategorisinde Tulin tarafından yazıldı.
Yorum Yok
01 Şub
günâhlarım varsa
eğer;
senden sorsun
yüce…
sevmeyi öğrenemedin…
* * *
yılkı atları
bir boyun farkına
yarışta.
önde giden
en yaşlısı
galoba kalkıyor
gururla…
* * *
kırılıyor gücüm,
ay bulutlanınca
içimde.
güneşi boyuyorum;
gökkuşağında renk
kalmıyor…
* * *
ne aşklar yaşadım
içinden sen
hiç geçmedin.
ocakta tutuşan
alev kıvamında
buz gibiyim…
* * *
agave kaktüsü
besliyorum bahçemde;
bundandır
“delice”
sarhoşluğum…
* * *
“bardacık” da
bir kadeh
lâl
herb wein.
dipsiz karafaya
dönüyorum sesinden;
şarabında yüzüyorum
beceriksiz…
* * *
sabah çıkar
akşam içilen
şarabın kekre
kokusu.
yoksa baş, mide
ağrısı
bahane…
* * *
bir yudum sesine
dizeleniyorsa
yalnızlıklar;
kollarında
destanlar yazılır.
Sonra
bağır bağır
okunur
meydanında
eski foça’nın…
* * *
dolunay sancılandı,
yürüyüşe
çıkamadım
fikrimdeki
bukağından…
* * *
tut gözlerimden,
yakala yüreğine.
gir bedenime;
hücrelerinde
“katıksız” öleyim…
* * *
ah benim
şizofren yarim;
aşkın sağaltıyor
deliceliğimi…
* * *
ne şairim,
nede yazar;
isyanım
niye?
tülin dursun / 30/ 01/ 2009 eski foça “bardacık kafe” Süreyya Berfe şairime teşekkürlerimle…
Şiir kategorisinde seda tarafından yazıldı.
Yorum Yok
28 Mar
Canım Anam;
Dur! Hemen akıtma gözlerinin elmaslar değerindeki yaşlarını. Biliyorum şimdi se okutmaktasın bu mektubu dayı kızı Sevim’e. Ona da selam olsun bu demir parmaklıklardan.
Anam, babam, kardaşım, canımın has kanı anam!.
Ne olduysa babasızlıktan oldu derim ben. Bilemedim anam. Senin bana verdiklerinin değerini bilemedim. ” Bir talihsizliktir, oldu evlât.” Dedin de ben yine anlamadım yaşam denen savaşı. Çırpınışını okudum gözlerinin derinliğinde mahkeme kapısında. Polislerin arasında beni görebilmek uğruna sırtına insafı olmayan bir cop yedin de anam; bakışın yine sevgiyle doluydu bana hiç kızmadan. Hep benim yüzümden. Dedim ya anam başka olurdu okuyabileydim eğer. Senin dediğin gibisinden adam olurdum belki de en şereflisinden.
” Uyma oğul, ite, kopuğa uyma!.” Dedin de delikanlı yüreğim asi gelmiştir sana. Dinlemedim anam. Beni affet anam. Devletim affetmiyor bari sen affet anam. Bir kere şeytana uymakla, on kere uymanın bir olduğunu buralarda iyice ezberletmekteler adama. Ben dersimi almışım anam.
Anam, gece yarısıdır şimdi. Kırık camından hapishane penceresine baykuşlar üşüşmüşcesine uğursuzluk çökmüştür. Ben yine de yıldızları yakalamaya çalışıyorum; yakalayıp ta sana selam yollayayım diye.
Az önce bir mahkum şişlediler yine helâ aralığında.” Namus” tan yatıyormuş dediklerine göre. Devlet yasasından önce hüküm kesilir bizim buralarda. Büyük devlet “koğuş ağası” dır. Fermanı o vermekte, bizler uygulamaktayız anam.
Anam canımın parçası anam. ” yiğit” diye seslendiğin oğlun korkmakta. Korkuları epritmekte duygularını, hayallerini. Göz kapaklarım kapanmaz hiç. Korkuyla yemek yer, korkuyla helâya giderim. Vukuatlar hep helâ aralığında olur nedense?. Korkuyorum anam, öldürülmekten; en acısı da ölmekten korkuyorum anam.
Bu havasız koğuşun içindeki pis kokuların yerini senin özlem kokuna dönüştüğünü hissediyorum. Sıcak tarhananın boğazımı yaktığını düşlüyorum özleminle. Yıldızlar selâmımı ulaştırdılar mı anam?.
Pişmanlık sardı her yanımı korkularla karışık. Gençliğimi en güzel deminde fikrimde göçler başladı anam. Korkuyorum anne!. Göç korkusu. Sana hasret kapanacak gözlerim anam.
Koğuştakilerin alaylı bakışı delmekte içimdeki beni. Korkuyorum anne.Umarsızca korumanı bekliyorum senden. Biliyorum uzaktasın, yetişemezsin buralara. Bir selâm, bir sevgi yolla anam. Üşüyorum anam.” Korku üşümesidir” diyorlar. Canım anam. Bir kazak ör de yolla dayımla. Elinin emeği, gözünün nurudur der onunla göçerim anne. Kazağın kokusu alsın korkularımı.
Başını önüne eğdirmemden midir görüşe gelmeyişin?. Ahh anam. Dedim ya göç yolcusu fikirlerimde depreşti özlemin.
Dayımla yolladığın torbadan çıktı kazak. Arkasından pişmanlıklarım döküldü ortaya. Yanımda pişmanlıklar ve senin özlemin, geride korkak bir yürek bırakarak göçüyorum anam.Yanıma kimlik almadan çıkacağım göçe. Aptallığımı, korkaklığımı, yüreksizliğimi anlamasınlar diye. Çektiğim acılar destanlaşıp, sabrımdan taşıyor ve ben göç ediyorum anam.
Sen yine göster büyüklüğünü. Sahip çık ölüme. Yol yakın Göç başladı anam. Bilmezden gelmeyesin sakın oğlunu. Son bir defa ne olur; son bir defa” ŞEREFSİZ” alnımdan ÖP be anam!!!!
Dipnot: ISIRGAN OTLARIM adlı kitabımın ” MAPUS MEKTUPLARI “ndan alıntıdır
tülin işleker
Mektup kategorisinde seda tarafından yazıldı.
Yorum Yok
20 Mar
Çocukluğumda hiç duymadığım bu kelimeyle karşılaştığımda, çocukluktan gençliğe geçişteydim.
Sokaklarda beş taş,aç kapıyı bezirgân başı,yakar top oynayarak;Ankara’nın soğuk, buzlu havalarında Şehit Keskin’
in yokuşundan portakal sandıklarından yaptığımız kızaklarla kayarak, okul önünden turşu suyu içerek yaşadım çocukluğumu.İki yılda bir önlüğümü ters, yüz ettirerek; kaybolmasın diye silgimi iple boynuma asarak ve de kırmızı boyalı, tahta bir okul çantasıyla okula giderek yaşadım ben çocukluğumu. Aslında dahası var ama.. Çok uzun.
Ahh!… Ne bileyim ben bunların sonra bana ” KARİYER” olarak geri döneceğini?.
Sonra okuma telâşına aşklar karıştı. Hangisinde gönlüm kaldı, hangisi daha ağır bastı anlamadan çoluk, çocuğa karıştık işte.
Nereden bilirdim ben; çocuklarımı büyütürken her birinin adına kariyer yaptığımı?. Bir yandan kariyer yapıyordum; diğer yandan ” Anne Üniversitesinden” onlara diploma hazırlıyordum.
Baktım ki; kariyer de yapsam, çocuk ta doğursam, reklamlarda sıkça gördüğümüz ” o ” ünlü hijyenik kadın bağından da kullansam hep başka şeylerde kalıyor aklım.
Her çocuğumda ben büyümüştüm ya?. Allah’ ım. Bu ne?… Yaşadığım her aşkta da ayrı bir dereceye yükselmişim. Etrafa bir ahkâm kesmeler ki; görmeyin!. Bunların suçunu acıya mı yüklemeliyim, yoksa ” O ” davetsiz konuklara teşekkür mü etmeliyim?. Bilmiyorum…
Anne, baba olanlar; hele bir de kız çocuğu olanlar beni anlarlar. Kızımızı hani şöööylee kültürümüze yakışırcasına telli,duvaklı baba kolunda evden çıkardığımızda ” Al sana bir kariyer daha” Diyorum içimden.
İş bu kadarla kalmıyor ki!…
Çalıştığınız iş yerinde çok saygınsınız. O bildiğimiz kariyer sırasına göre işliyor her bir şeyler. Önünüzde bir yığın evrak ve dosya birikmiş. Astlarınız yanınızda, ayakta imzalarınızı bekliyor sizden. Sonra çok önemli bir toplantıya katılıyorsunuz. Masanızda herşey ayarlanmış. İyi çalışmış gençler. Siz emredeceksiniz, onlar yapacaklar.
Birden ufacık ayakların kapıyı tekmelediğini duyuyorsunuz.
” Neler oluyor?.” Diyemeden önce içeriye üç yaşındaki Leyla Zeynocan giriyor. Yemyeşil gözleri ” Tülin Teyze” sini aramakta. Arkasından ablalarından on dört ay küçük, ikizler giriyor. Biri kız, diğeri erkek. Ömer ve Bahar.
Onların gözler de aramakta ” annianni” lerini.
Toplantı odası bir anda kağıtların havada uçuştuğu,( gerekli evraklardan uçurtmalar yaparak) Çaycı İsrafil’in masa altlarında kediyi kovaladığı, seslerin müşterileri rahatsız edercesine yükseldiği bir alana dönüşüyor.
Off be!. Bunların anaları yok mu?.
Ahh!. Can torunlarım. Bedenimin hücreleri. Hayat suyum. Can damarım. Torunlarım….
Kariyer mi?.
O da ne?..
Ne iyi ettiniz de geldiniz!..
Kariyer mi?..
Torunlar hepsini çizdi. Yook! Karaladı..
” Tülin Teyze, annianni” kariyeri sağlam . O hiç çizilmeyecek. Karalanmayacak.
tülin dursun www.amatorceedebiyat.com da çıkan “torunlar” yazı dizisinden
Öykü kategorisinde seda tarafından yazıldı.
Yorum Yok
20 Mar
Işıksız, gafletli, kara bir gündü.
Gençliğim, ümidim, herşeyim söndü.
Hayatım karardı, zindana döndü;
Anladım bizi terk ettin, gittin anne!
Kollarımla seni saramam artık.
Ben sensiz bu yerde duramam artık.
Şurada, burada aramam artık;
Seni biz hiç unutmadık anne!
Elimi Allah’a açayım gayri,
Ne olur kanat ver uçayım gayri,
Bu dünyadan göçeyim gayri;
Kederden kedere dolmuşum anne!
Gözümden en acı yaşlar dökülür,
Öksüzsün dediler, boynum bükülür,
Sanırım ki göğsümden canım sökülür;
Anladım ben sensiz kalmışım anne!
Şükrü İşleker 17.03.1979
Dostlardan Gelenler kategorisinde seda tarafından yazıldı.
Yorum Yok