01 Kas
Merhaba Meleğim,
Görüyorsun ya sana yazmadığım gün yok. Sen gelene kadar daha önceki yaşadıklarımı sana anlatmak, seninle paylaşmak istiyorum.
Gel seninle zaman makinesinden geçip, geriye gidelim.
Gel, korkma! Ben yanındayım. Tut elimi, haydi Bebek çok sıkı tut! Şimdi gözlerini kapa! Ben aç diyene kadar da sakın açma!
Yine lise yıllarındayım. Öyle yaramaz değilim. Biraz fırlamalığım var. Zaten yaramazlık yaptığımda ilgisini çekeceğim kimsem yok. Yalnızca zamanı biraz daha ileriye taşıma telaşındayım.
Yatılı okul arkadaşlıkları bir başkadır. Birbirinize o kadar bağlanırsınız ki, birden kocaman bir ailen olur. Yediğiniz, içtiğiniz, sevinciniz, gözyaşınız, kahkahanız aynı anda, aynı mesafededir. Arkadaşlarınız ananızdan, babanızdan ve hatta kardeşinizden daha yakındır. Herkesin annesi, babası hepimizindir. Yatılı okulda okumak ayrıcalıktır. Paylaşmaktır.
Aşklar hep beraber yaşanır. Sevinçleriniz, gözyaşlarınız hep o yatakhanenin içindedir. Dışardan ne gören olur sizi, ne de duyan vardır. Kimse birbirine “ aramızda sır kalsın” demez. Bu sessiz yapılan bir anlaşmadır. Sınıfın en küçüğü olmamın bana neler kazandırdığını daha sonra anlayacaktım.
Birbirimizin ailelerini çok iyi tanırdık. Hafta sonları evde yapılan yemekleri, börekleri paylaşırdık. Bazı hafta sonları yatılı ev ziyaretlerine giderdik. Ben genelde hep ceza alan bir öğrenciydim. Ceza yaptırımı ise ya hafta sonu iznim kalkar veya da okulun bize aydan aya verdiği cep harçlığından kesilirdi. En çok da hafta sonu çıkış yasağım olurdu. Suçum sigara içmekti.
Annem öldüğünde ağabeyim alıştırmıştı. O kadar çok cep harçlığım kesilir di ki, sigarasız kalırdım. Sınıfımız on üç kişiydi. Sigara olarak “Bafra “ içerdim. Yüz otuz kuruştu. Sigarasız kaldığımda sınıfı haraca keser, herkesten onar kuruş toplayıp bir paket sigara almak için okuldan gizlice kaçardım. Her seferinde yakalanırdım.
Benim iznim yalnızca Serap ve Esen arkadaşlarıma olurdu Serap Bakırköy’de, Esen ise Alpullu’da yaşardı.
Şimdi sana Seraplar ’da kaldığım bir hafta sonunu anlatacağım.
On altı yaşındaydım. Son sınıftaydım. Çok büyümüştüm.
Aslında hala büyümediğimi bu günlere gelince anlıyorum. İçimde bir kız çocuğu ve hep hınzırlık yapıyor. Bayrak töreni biter bitmez Serap’la beraber eşyalarımızı topladık, Taksim otobüsüne bindik. Oradan da Bakırköy otobüsü ile yolumuza devam edecektik. Karnımız acıkmıştı. Konuşarak eve vardık.
Sahi söylemeyi unuttum. Bizim zamanımızda cumartesi günleri de okul vardı ve yarım gündü.
Şükriye Teyze mis gibi kuru fasulye ve tereyağlı pilav yapıyordu. Fasulye turşusuz olur muydu? Aslında mevsim daha sonbahara dönmemişti ama biz Şükriye Teyzenin kuru fasulyesini özlemiştik. Masa hazırdı. Şükriye Teyze yandaki yazlık sinemaya gidecekti. İki film birdendi. Yemeğimiz bitince biz de gidecektik. İkinci film başlarken orada olmalıydık.
Şükriye Teyze sinemaya gitti. Serap ve erkek kardeşi Savaş sofraya oturduk. Savaş’ın aklına şarap almak geldi. Üçümüz paralarımızı ortaya koyarak iki şişe “ Güzel Marmara” şarabı aldık. Ben içki içmeyi bilmediğim için onlara bakarak başladım. Yemekten önce başlamışlardı. İlk kez tadıyordum. Kekremsi bir tat sanki yakıcı bir alev gibi beni sarmıştı. Üçümüz iki şişe şarabı bilinçsizce içip, bitirdiğimizde tabaktaki yemeklerimiz henüz bitmemişti. Kahkahalarımız sokaklara taşıyordu. Sonra birden mide bulantısı, kusma isteği ile tuvalete zor yetiştim. Serap ve Savaş’ın da benden kalır yanları yoktu. Tuvaleti sırayla ziyaret etmeye başlamıştık. Kusarken midemin dışarıya çıkacağını hissediyordum. Masa ortada, biz kendimizi yataklara atıverdik. Yalnız şarap şişelerini o kafayla nasıl ortadan kaldırdık, hatırlamıyorum.
Birinci filmin sonunda on dakikalık aradan yararlanan Şükriye Teyze bizi merak ettiği için eve geldi. Bizi yataklarımızda, kendimizden geçmiş bir halde görünce bizim yaptığı yemekten zehirlendiğimizi sanarak Dr. Hüsamettin Amca’yı çağırdı. Şimdi yanmıştık işte! Ya Doktor şarap içtiğimizi anlarsa ne olurdu? Ya Şükriye Teyze’ye söylerse ne olacak?
Doktor odaya girer girmez zorla doğrularak;
“Hüsamettin Bey, do you speak English?”
“Yes, I can.”
“Very good Doctor! We drank wine. Please don’t say mumm anymore.”
“Ok.”
Doktor Hüsamettin Amca Şükriye Teyze’ye;
“Merak edilecek bir şey yok Şükriye Hanım. Ben gerekeni yaptım Şimdiki gençler böyle işte, kendilerine dikkat etmezler. Yemekten önce aç karınlarına turşu yemişler. Korkmayın efendim. Rica ederim endişelenmeyin.” Doktor gitmişti.
Biraz kendimize gelir gibi oluyor, tam ayağa kalkarken baş dönmesiyle kendimizi yatağa atıyorduk.
Tam olarak ayıldığımızda Pazar günü öğle üzeriydi. İki saat sonra okula gitmek için yola çıkacaktık.
Vücudumuz kusmaktan susuz kaldığı için, üç gün boyunca ağzımızı adeta çeşmeye dayamıştık.
Bir daha mı? Tövbeler tövbesi!
İçkiyi evde kendi başımıza denemiştik. Ya dışarıda yabancıların yanında deneseydik? Kim bilir oradan alacağımız ders, bizi belki de dönülmez yollara götürecekti.
Gel artık Bebek!
(Gündökümü Mektupları)
1 Kasım 2018, Perşembe tarihinde, ve Günce kategorisinde yayınlanmış.RSS 2.0 ile takip edebilirsiniz.
Yorum yazabilirsiniz, veya kendi sitenizden geri izleme yapabilirsiniz.
Yorum Yap